19 Şubat 2009 Perşembe

Chapter 1 - Düşen Yapraklar

Blog yazmaya başladığım günün aksi gibi Gazanfer Özcan'ın vefat tarihine denk gelmesi de tatsız bir başlangıç oldu hani... Kendisini Avrupa Yakası'ndaki Tahsin Baba tiplemesiyle pek sever, usta oyunculuğuna hayran kalırdım. Büyüme çağımda tanıştığım her ünlü yüz gibi kendisiyle de bir çocuk bağlılığı kurmuşum. Rahatsızlandığını duyduğum andan beri çocukken yaşadığım üzücü kayıpları düşünüp duruyorum.

Bu anlamda ilk hatırladığım ve benim için travmatik olanlardan biri Adile Naşit'in ölümüydü. Hem çok küçüktüm, hem de her akşam TRT 1'de kuzucuklarına anlattığı masalların müdavimiydim. Annemin bir sabah "aaa Adile Naşit ölmüüüşşş" dediğini hayal meyal hatırlıyorum. Daha tam olarak ne demek olduğunu bilmesem de bir daha bana masal anlatamayacağını farkettiğim anda kendimi yere atıp katıla katıla ağlamıştım... Günlerce yas tuttum. Sanki aileden birini kaybetmişim gibi. O zamanlar anneannem, babaannem, dedelerim hep hayattaydı ama hepsi başka şehirlerde yaşıyorlardı. Belki de bayramdan bayrama ya da yaz tatillerinde görebildiğim anneannem / babaannem yerine koyuyordum Adile Teyze'yi.

Yine çok küçükken kaybettiğimiz Altan Erbulak da bende derin bir iz bırakmış. Bu sefer okumaya da başlamış olmam nedeniyle gazetedeki Altan Erbulak yorumlarını, anılarını satır satır okumama ve hafızamda derin yer etmesine sebep olmuş. Babam eskiden TV'de hoşuna giden programları videoya çekerdi. Eski bir Betamax videomuz vardı. O kasetlerden birinde bir programda yayınlanan bir skeçini seyretmiş ve çok gülmüştüm Altan Erbulak'ın. Babam'a adını sormuştum da öyle aklımda kalmış. Yoksa ne bir tiyatrosunu seyredebildim, ne bir karikatürünü gördüm o yaşıma kadar. Yine de ölümüne derin bir üzüntü duyduğumu hatırlıyorum. Belki de komik insanların bize hiç ölmeyecekmiş gibi gelmesinin sebebi de bu. Ölümün üzüntüsüyle, bize yaşattıkları neşeyi birbiriyle bağdaştıramıyoruz.

Aralarda pek çok ünlü sanatçı, televizyondan tanıdığım pek çok ünlü yüz çıktı hayatımızdan ama bana en ciddi travmayı yaşatan Barış Manço'nun ölümüydü ki o zaman lisedeydim. Kendi odamda küçük bir televizyonum bile vardı ve tüm aile bireylerinden kaçıp, kendi odamda, dandik anteni yüzünden karlı seyretmek zorunda kaldığım veda programlarını seyretmiştim. Barış Manço neredeyse tüm albümlerinin evimize girdiği, tüm şarkılarını ezbere bildiğimiz, dünyayı gezerken kıskançlık ve hayranlıkla izlediğimiz, çocuklarla ve yaşlılarla aynı akıcılıkta iletişim kurabilmesine şaşırdığımız, bir aile bireyimizdi. Hem müziğiyle hem TV programıyla sürekli evimizin içindeydi. Çok terkedilmiş hissettim kendimi. Ölümün çok yakınımızda oluşunu hissetmeye başladığım, tek tek tüm sanatçıların, şarkıcıların ve daha kötüsü ailemden birilerinin ölümlerini düşünmeye başladığım dönem Barış Manço ile başladı. Bazen aileden birilerinin ölüm haberinin geldiğini hayal eder, oturup ağlar, sonra da böyle şeyler düşündüğüm için kendimden nefret ederdim. Tahtalara vurur, dualar eder, aileme uzun ömürler vermesi için Tanrı'ma yalvarırdım.

2000 yılının sonunda İsmail dedemi, 2002'de de Hasan dedemi kaybettikten sonra ölüm daha tanıdık bir kavram olmuştu artık. Hayat en iyi şekilde yaşanmalı ve bu dünyadan giderken de "çok güzel şeyler yaşadım, bu kadar zamanda şu kadar insan tanıdım, şunları yaptım, gönül rahatlığıyla artık gidebilirim" demek gerektiği kanaatine vardım. Artık tüm kayıpların ardından "umarım acısız olmuştur" diyorum.

Sevgili Gazanfer Özcan'ın nur içinde yatmasını diliyor, çocukluğumdan bu yana kaybettiğim ve bende iz bırakan tüm dedeleri, nineleri rahmetle anıyorum... Kalanlara da çook uzun, mutlu bir ömür diliyorum...

Başlangıç için çok depresif bir yazı oldu :(

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder