24 Şubat 2009 Salı

Cycling in the rain...

Dün öğrendim ki yağmurda bisiklete binmek pek de hoşlanacağım türden bir aktivite değilmiş. Hele Brüksel'in ne yapacağı belli olmayan havası her an değişip, yağmur olup olmadığından bile emin olamadığım toplu iğne başı kadar su zerreciklerini üzerinize savurmaya başlarsa oldukça tatsız olabiliyor. Ama alışverişe gitmeye mecburdum çünkü;

a) kocamın Salı sabahı sandviçi için ekmek kalmamıştı,
b) bu hafta tasarruf tedbirlerine başladığımız için öğle yemeğini de yanına koymamıza karar verdik ve evde malzeme yoktu.
c) aksamı bekleyemezdim, marketler 7'de, bilemedin 8'de kapanıyor ve kocam da o saatlerde gelebiliyor. (canım ülkemde marketler 10'a kadar açık... ahh ahh memleketimmm...)
d) hepsi...

Tabi ki "d" seçeneği...

Özetle sabahtan itibaren pusuya yattım, öğlen 12:30 civarı havanın yükselip su zerreciklerinden temizlendiğini farkettim ve doğruca garaja, dandik bisikletlerimizi bağladığım yere koştum. En ucuz sıfır bisikletin 130 € olduğu, ikinci ellerin de aşağı yukarı aynı seviyeden başladığı bir ülkede, e-bay'den kıran kırana pazarlık sonucu 27,5 €'ya iki dandik bisiklet alıp 100€'ya tamir ettirdiğimiz detayını bu entry'de mi yazmalıyım yoksa bu bisiklet olayı için ayrı bir entry mi girmeliyim bilemedim! Ülkemde depolarda, ardiyelerde paslanan, yıllar sonra bir temizlik anında kapıcının çocuğuna ödül olarak mı ceza olarak mı verildiği belli olmayan bu pratik aletlerin burda ne kadar trendy olduğunu görmek biraz hüzünlendiriyor beni!

Neyse... bisikletimden daha pahalıya aldığım alışveriş sepetimi bisikletimin arkasına takıp sırt çantamı ve aldıklarımı dolduracağım poşetimi de sırtıma takıp (evet marketlerde poşetleri de parayla satıyorlar!) hızlıca markete yollandım. "To the point" bir şekilde alışverişimi yaptım, poşetimi doldurdum, dışarı çıktım kiii... evet, yağmur!! bisikletim sırılsıklam! tek peçetemle selemi sildim ve su zerreciklerinden damlalara dönüşmeye başlamış olan yağmura rağmen hızla eve döndüm. Garaja kendimi attığımda hem kan ter içinde, nefes nefese kalmış hem de sıçana dönmüştüm! Eve girdiğimde hala beremden alnıma, ordan burnumun ucuna süzülüp yere damlayan yağmur sularıyla uğraşıyordum! Aceleden bir-iki şeyi almayı unutmuşsam da kocamın aç kalmayacağı kadar malzemem vardı! Mutlu bir ev hanımıydım artık!

Biz Türkler güneşli ülke insanı olduğumuz için midir nedir yağmuru pek sevmiyoruz. Burada tanıştığım Türkler en çok havadan şikayet ediyor. Yağmurda sevgiliyle yürümek pek romantik gelmiyor kimseye. Zaten Belçikalılar sürekli yağmurda yürüdükleri için romantik bir yanı da kalmamış yağmurun. Ben Arap kızı gibi camdan yağmuru seyredip durmasını beklerken sokaktan şort ve tişörtüyle jogging yapan insanlar geçiyor. Hem de 3 değil 5 değil...

Pazar günü evde oturmaktansa bir müzeye gidelim diye plan yaptığımızda da havada yine bu su zerrecikleri dolaşıyor, arada bir rüzgara kapılıp kendilerini camlarımıza vuruyorlardı. Önce metro ile gidip araba ve park dertleriyle uğraşmayalım diye düşündüysek de tam kapıdan çıkarken benim Türklüğüm tuttu ve "boşver arabayla gidelim, çok ıslanırız" diyiverdim. Sanki iki damla su çarpsa yüzüme eriyeceğim! Sen misin arabayla gidelim diyen! 25 dakika park yeri aradık. Üstelik şehir merkezinde yağmur da yoktu! Oh olsun bana -da arabayı zavallı kocam kullanıyor :(

Arabadan kurtulup kendimizi doğruca The Museum of Musical Instruments 'a attık. Geldiğimizden beri en çok methini duyduğumuz müzeydi kendisi. Sırf bu yüzden kendine ait bir başlığı hakediyor bence...

Müzeyi gezdikten sonra karnımız aç keyfimiz gıcır olduğu için çok yakın olduğumuz Grand Place'e doğru yürümeye başladık. Genelde arabayla gezen ve yan koltukta benim görebildiğim detayları ne yazık ki kaçıran sevgili kocacığımla etrafa bakarak, detayları yakalamaya çalışarak el ele dolaştık. Genelde gittiğimiz yerleri daha çok yer görme telaşıyla koştura koştura gezdiğimiz için sakin sakin yürümek iyi geldi.

Türk olduğunu sonradan anladığımız bir Frit'çiden külahta patates kızartması aldık. Ara sokaklardan dolaşa dolaşa Grand Place'e varıp meydana bakan kafelerden birine girdik ve:

- a tea, a hot chocolat and a waffle with chocolate please...


Brüksel'de geçirdiğim en keyifli pazar günlerinden biriydi...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder