Şöyle bir keşif yapılmasını bekliyorum: Bilgisayara bağlı bir tablet olacak. Ben tablete gözlerimi dikip bakacağım ve aklımdan geçenler kompozisyon şeklinde, yazım hatalarını falan da düzelterek ekrana aktarılacak. Konuşmak bile istemiyorum yani!
Tembelliğin sınırlarını zorladığım bu günlerde zavallı blogum da 3 haftadır boynu bükük bana bakıyordu. Kocam Köln'de, kursum tatilde, işim yok gücüm yok, artık yazayım bari dedim. Üstelik de yazacak bir sürü konu var aklımda ama insan bezgin olmaya görsün!!
Efendiimm, beyimin iş nedeniyle Parma'ya gidecek olması bana da İtalya
kapılarını açtı tabi. Bir son dakika gelişmesi olarak organize ettiğim Milano gezimiz 13-14-15 Mart tarihlerinde zuhur etti. Milano'yu gezerken çektiğim fotoğrafları, "bu facebook içiiin, bu blog içiiin, bu da kendi arşivimiz içiiin" diye sınıflamama, bir yandan da kafamda blogumun Milano başlıklı yazısını yazmama rağmen çetin hayat şartları bu yazıyı 3 hafta kadar ertelememi zorunlu kıldı. Daha fazla detaya girmedeen Milano'dan bahsedeyim.
Bir şehre aşık olmam için gereken on şartın birincisi şehirde büyük bir ya da birden çok parkın bulunması! Bu şart yoksa aşk düzeyine ulaşamıyorum. Milano ilkbaharın getirdiği tüm avantajı da sonuna kadar kullanarak parklarıyla ilk puanı kazandı. (Bu ilkbahar konusunda ayrı bir yazı yazmam lazım. Şu anki potansiyelimle doğa ve çiçek fotoğrafçısı olmaya karar verebilirim her an!)
İtalya inanılmaz derinlikte bir kültür, tarih ve yaratı geçmişine sahip.
Yüzyılların eskitemediği tarihi eserlerin yanında çağımızın ötesine geçmiş dizayn ve tasarım harikalarını, başınızı 10 derecelik açıyla çevirmek suretiyle bir arada görebiliyorsunuz. Milano boşuna moda, tasarım, dizayn vs. başkenti olarak adlandırılmamış. Vitrinlerdeki yaratıcılık bile başımı döndürmeye yetti. Sahip olmaktan daha çok "bakmayı" sevdiğim lüks ürünler, tasarım mobilyalar, son model arabalar... Hangi birinin fotoğrafını çeksem de hayatımın sonuna kadar unutmasam şaşırdım.
Milano'dan bana kalan notlar:
- Cappucino sabah içilen bir kahveymiş! Öğleden sonra bir cafeye gidip en düzgün İtalyancanızla bile Cappucino sipariş etseniz İtalyan olmadığınız ortaya çıkarmış! Hayatımda içtiğim en güzel cappucino'yu Milano'da içtim ben!
- Monte Napoleoni'deki COVA pastanesi, sunumuyla, lezzetleriyle ve servisiyle bize olağanüstü bir deneyim yaşattı. Tiramisu'dan mı bahsetsem, yedikçe beyninizde mutluluk titreşimleri yayılmasını sağlayan minik petifürleri mi anlatsam... Hayatımda fotoğraf çekemediğim için bu kadar üzüldüğüm bir yer olmadı! Siz yine de bir girip bakın sitesine, yediklerimizin yanında çok zayıf kalsa da! COVA
- Milano'da yanlışlıkla kaybolup elde harita doğru sokağı aramak, aralarda kalmış, bildik bir tarihi olmayan ama insanda "nası yani" hissi uyandıran sokakları keşfetmeye yararmış! Herhangi bir binanın herhangi bir yerinde ya da her yerinde heykeller, mimari harikaları, acayip tasarımlarla karşılaşmak ve "iyi ki kaybolmuşum" diye kendi kendine şükretmek mümkün!
- Diğer İtalyan şehirlerini bilmem ama Milano'da Happy Hour denen şahane bir alışkanlık var! Akşam 6-7 civarlarında bir bar/restorana girip bir kadeh şarap alıyorsunuz, açık büfeden keyinize göre ve sınırsız tabağınızı doldurup mutlu bir saat geçiriyorsunuz :)
Milano'da yaşayan arkadaşlar çok bahsedince biz de kocayla deneyelim dedik, ve akşam yemeği yemeden, bir kadeh şaraba bi güzel karnımızı doyurduk! Bu vesileyle Belçika ile aradaki kültür farkını da bariz bir şekilde görmüş olduk. Belçika'da 7'den sonra sokakta kimsecikler olmaz, millet evine gitmiş, yemeğini yemiştir, 10 gibi de yatarlar zaten. Çünkü çoğu sabah erken kalkıp koşu moşu yapar. İtalya'da da restoranlarda bizim yemek yemeğe alışık olduğumuz 7-8 gibi saatlerde kimsecikler olmuyor! İnsanlar 6-7 gibi happy hour yapıp aparatif bir şeyler yiyor ve 9-10 gibi restorana geçip ana yemeği sipariş ediyor. Ana yemeğin boyutlarının korkunç olduğu ve öncesinde bir de başlangıç yedikleri düşünülürse herkesin nasıl bu kadar fit, bakımlı ve güzel olduğuna hayret etmemek elde değil! Meğer herkes çok spor yapıyormuş!
- Kültür konusunda da hayli iddialı olan Milano'nun simgelerinden biri de La Scala tiyatrosu haliyle. Pazar günü yaptığımız şehir turuyla müzesini gezip, localarından birine de kafayı uzatıp bakma şansını bulduğumuz La Scala'da bir gün bir oyun seyretmek nasip olur inşallah... Biz gittiğimiz hafta cumartesi aksamı için baktım da kalan en ucuz bilet 250 Euro civarıydı adam başı!!
- Daha metronun yürüyen merdivenlerinden Duomo meydanına çıkarken, heybeti, ince detay süslemeleri ve olağanüstü güzel beyaz-pembe mermeriyle insanın doğrudan kalbine dokunan katedralden bahsetmemek olmaz. "Ne kadar parlak, ne kadar temiz" diye düşünmeden edemiyor insan. "Bu İtalyanlar aşmış valla!" Meğer renovasyonu yeni bitmiş, temizlemişler! Fotoğraflarda da gelin gibi çıktı mübarek, öyle süslü ki!
Bu gotik tarzı oldum olası sevmişimdir, binaya kocaman bir masal giydirmişler hissi uyandırıyor bende. Ama böylesini hiç görmemiştim. Gökyüzüne doğru uzanan sivri sivri kulelerin herbirinin üstünde ayrıca birer de heykel bulunuyor! 100 mü 120 mi ne, öyle acayip bir sayıda! Sanki duvarlarda, kapılarda, içerde, dışarda yeterince heykel yokmuş gibi bir de sivrilerin üstüne koymuşlar heykel! Onlar yapmaya üşenmemişler, ben tek tek bakmaya üşendim ne yalan söyleyeyim! Bir kısmının resmini de çektim ama 199 resmin hepsini buraya koymak mümkün değil ne yazık ki!
- Yine tur kapsamında gezme şansını bulduğumuz, sadece randevu ile ge
zilebilen ve aynı anda 25 kişiden fazla içeri alınmayan bir başka önemli mekan da Da Vinci'nin meşhur Last Supper tablosunun bulunduğu Santa Maria delle Grazie manastırından da bahsetmem lazım. Dan Brown'ın Da Vinci Şifresi'nde farklı bir bakış açısı getirdiği bu tablonun neden Milano'da olduğunu, neden Louvre ya da Roma'daki büyük herhangi bir müzede daha iyi şartlarda sergilenmediğini bir türlü anlayamıyordum. Rehberimiz eşliğinde havadaki nemi emen vakumlu kapılardan, ayakkabıların tozunu alan yer paspaslarından geçip Last Supper'ın bulunduğu odaya geldiğimiz ana kadar da neden kimsenin benim düşünebildiğim bu sergileme yöntemini düşünemediğini kendi kendime sorup duruyordum. Yanımdaki çok yaşlı çiftten beyaz saçlı teyze eşine "This is a very exciting moment, isn't it?" cümlesini söyleyene kadar da ne kadar önemli bir şeyi görmek üzere olduğumu tam olarak anlayamamışım. Vakumlu kapı açılıp da sadece tablonun aydınlatıldığı karanlık odaya girdiğimizde kendi cehaletime mi yansam, o yaşlı teyze kadar durumu kavrayamamış olmama mı bilemedim. Da Vinci tabloyu duvara çizmişti! Sonradan rehberimiz anlatırken öğrendik ki bundan yıllar önce benim gibi düşünen bir aklı evvel daha çıkmış ve tablonun duvarıyla birlikte taşınıp taşın
amayacağını araştırmış, o da Napolyon'muş! Neyse, özetleyecek olursak, Leonardo Da Vinci'nin 1494-98 yılları arasında yaptığı ve bugün hala karakterlerin, mimiklerin, jestlerin, elbiselerin, renklerin, masadaki yiyecek ve içeceklerin, kısaca tablonun her köşesinin didik didik incelense bile (varsa) sırrı çözülememiş olan bu tablo büyük bir mistik güç taşıyor bence. Dinsel yanından çok sanatsal yanıyla ve macera filmlerine konu olan sembolizmiyle beni ilgilendiren bu tabloyu yakından görebilmiş olmak kendime verdiğim bir hediyedir...
amayacağını araştırmış, o da Napolyon'muş! Neyse, özetleyecek olursak, Leonardo Da Vinci'nin 1494-98 yılları arasında yaptığı ve bugün hala karakterlerin, mimiklerin, jestlerin, elbiselerin, renklerin, masadaki yiyecek ve içeceklerin, kısaca tablonun her köşesinin didik didik incelense bile (varsa) sırrı çözülememiş olan bu tablo büyük bir mistik güç taşıyor bence. Dinsel yanından çok sanatsal yanıyla ve macera filmlerine konu olan sembolizmiyle beni ilgilendiren bu tabloyu yakından görebilmiş olmak kendime verdiğim bir hediyedir...- Son olarak İtalya'ya kadar gelip de Unicredit fotosu çekmeden dönmek olmazdı :)
Milano'yu biraz Nişantaşı'nı andırdığı için, biraz trafik kurallarına Brüksel'deki kadar uym
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder