2 Eylül 2009 Çarşamba

The City D

"Belçika'da güneşi gördün mü gezeceksin" mantığıyla kendimizi ağustosta da yollara vurduk. 2 saat mesafede bulunan Düsseldorf'a ne zamandır gidesimiz vardı da denk gelmemişti bir türlü. Arkadaşımız Nazlı'yı da alıp 3 Türk çıktık yola, çantalarımızda muzlarımız ve simit-kaşar "tadında" krakerlerimizle...

Dusseldorf'a yerel gazeteciler "The City D" derlermiş. Karizmatik olsun diye midir nedir bilemedik... Kendisi Almanya'nın moda başkentiymiş ve Jill Sander, Wolfgang Joop gibi isimlerle anılırmış.

Şehir denize kıyısı olmayan hemen hemen tüm Avrupa şehirlerinde olduğu gibi bir nehir boyuna kurulmuş. Nehri taşımacılık, turizm, spor vs gibi her alanda dibine kadar sömüren halk Dusseldorf diğerlerinden farklı olsun demiş olacak ki postmodern mimarinin kalesi olmuş şehir. Kıyı boyunca birbirinden acayip binaları seyretmek özellikle yaz aylarında pek keyifli. Elimize dondurmalarımızı alıp bi bankta oturduk ve mimarın bunları çizerkenki ruh halini anlamaya çalıştık.

Bizim gittiğimiz gün şehirde festivalimsi bir etkinlik vardı. Zaten nereye gidersek gidelim köyünden kasabasına her yerde bir aksiyonla karşılaştık yaz boyu. Açık havayı bizden daha verimli kullandıkları bir gerçek...

Bu festival kapsamında nehir boyuna açılan minik tezgahların / dükkanların yanısıra ilginç kaynaşma - tanışma aktiviteleri de vardı. Örneğin İtfaiye tüm araçlarıyla meydanlardan birine bir sergi açmış, hizmetlerini tanıtıyor, halkla kaynaşıyordu. Bizim itfaiyenin Taksim ya da Eminönü meydanında aktivite yaptığını hayal edip güldüm kendi kendime. Bizde devlet kurumları ne kadar soyutlanırsa halktan o kadar iyi... Oysaki Avrupa hala sosyal devlet mantığını yaşatıyor ve halkına saygı duyuyor. Kat edeceğimiz ne çok mesafe var, yazık bize...
Başka bir alanda bu açık lüks otomobil galerisine denk geldik. Kırmızı döşemelere bayıldım...


Kocamdan aşağıdaki motoru görünen kırmızı Ferrari'yi istedim, bakalım, kısmet... :)


Nehir boylarında dolanıp dururken acıktık ve kendimizi mis gibi balık kokularının içinde bulduk. Yanına da birer Alman birası patlattık ama adını hatırlamıyorum şimdi... (Ramazandan önceydi babacım, yaramazlık yapmadık, merak etme :) )


Göbekleri şişirdikten sonra manzara uğruna Televizyon kulesine çıkalım dedik. Hakikaten de bir şehre yukarıdan bakmak başka. Ren Nehri'nin yayıla yayıla Dusseldorf'a nasıl can verdiğini görmek çok güzeldi.


Modern mimariye bayılsam da bu eski binaların estetikliği, şirinliği ve zarifliği, romantik yanımı hep cezbetmiştir. Bir de yıllara meydan okuyan sağlamlığı sanırım... Bu görülen sarmaşık delisi bina Belediye...

Bir parkta oturup güzel havanın tadını çıkarırken kocaman kocamla minyon Nazlı'nın aynı marka, aynı model ayakkabı giymiş olduğunu farkedip insan anatomisinin çeşitliliğine güldük...


Kendi adıma Dusseldorf'u beğendim. Birbirine çok benzeyen bir çok Avrupa şehrinden sonra iyi geldi. Her ne kadar moda merkezi oluşundan faydalanamamış olsam da genel havasından belli olan zenginliğini solumak hoşuma gitti.

3 yorum:

  1. Fotoğraflar çok güzel, okurken bile çok keyifli, gezmesi daha da keyiflidir.

    YanıtlaSil
  2. Evet, ben de fotoğraflara bayıldım. Bir gün yolum düşerse elimde iyi bir rehber olacak bu post.

    YanıtlaSil
  3. teşekkürler, begenmenize sevindim. :) bi de iyi bir makine alabilsem neler çekicem ama... buna da şükür diyelim!

    yıl sonuna kadar Brüksel civarına yolunuz düşerse ücretsiz rehberlik hizmeti verebilirim :))

    YanıtlaSil