27 Şubat 2009 Cuma

Söz Verdiğim Üzere - MIM

Kocam da ben de müze turistiyiz. Yani bir şehre ilk defa gidiyorsak önce en önemli müzelerini, tarihi ve turistik yerlerini gezer, şehri bu gözle değerlendiririz. Daha İstanbul'dayken oturup önce Brüksel'in sonra Belçika'nın tüm önemli müzelerini araştırmış, hangilerine önce gitmek istediğimi sıralamış ve hafta sonları nasıl gezeceğimize dair hayaller kurmuştum. Yarın Belçika'daki 4. ayımız bitiyor ve biz Brüksel'de yalnızca 1 müze gezebildik! Tabi ki Grand Place, Atomium vs gibi turistik yerleri gezdik, gördük, şehir turu falan yaptık ama müzeleri bu kadar erteleyeceğimize hiç ihtimal vermezdim. Tabi Belçika'nın bilumum köy ve kasabalarını gezdiğimiz 11 günlük Christmas tatilimizi saymıyorum. Zira köylerdeki müzeler dahil güney tarafında ne kadar görülesi yer varsa görülmüş, salonumuzdaki broşür kutumuz müze çöplüğüne dönmüştür...

Geçen pazar miskinliği bir kenara bırakıp müze gezmeye karar verince ilk hedef Museum of Musical Instruments oldu. Arabayla ve yağmurla başımızın nasıl belaya girdiğini daha önce anlatmıştım. Şimdi anlatmaya binanın karşısından başlıyorum :)
Belçika'nın en önemli özelliklerinden biri Art Nouveau denen mimarlık akımının değerli bir kaç mimarını yetiştirmiş olması. Bu nedenle de ülkede bu mimarların pek çok eserini görmek, gezmek mümkün. İçlerinden en ünlüsü olan Victor Horta'nın eserleri için özel günlük turlar bile var.
MIM'in 2000 yılında yerleştiği OLD ENGLAND binası ise Paul Saintenoy tarafından tasarlanmış 1899 tarihli bir bina. Dışardan bakınca çelik bir ağacın camdan bir binaya sarıldığını hissediyorsunuz. Kesinlikle bugüne ait olmayan masalsı bir görünüm... Art Nouveau gezisini yaptıktan sonra bol resimle bu binalar hakkındaki hislerimi anlatacağım. Şimdilik Old England ile idare edin :)

Müze'nin 7000 parça gibi acayip sayıda bir kolleksiyonu var. Sergilenen 1500 parçanın ise en önemli özelliği infrared kulaklıklar sayesinde seslerinden örnekler dinleyebiliyor olmanız. Yani bir piyanonun önünde durduğunuzda o piyanonun çaldığı bir parça çalmaya başlıyor kulaklıkta. Adamlar yapmış!!


Ben kendi adıma en çok piyano ve kemanlarla ilgilendim. Ama aslında Saksafon'un babası Adolphe Sax'ın memleketinde olduğumuzu unuttuk. "Sax'ın sesi" anlamına gelen saksafonun tarihi de öyle çok eskilere değil 1846 yılına dayanıyor. Haliyle müzede pek çok saksafon çeşidi sergileniyor. Ben pek sevmediğim için hiç resmini çekmemişim!!

Beğendiğim ve babamdan bana almasını talep ettiğim piyanolar aşağıda...



Bu piyanoların bazılarının tarihleri 16.yy'dan başlıyor. Bazıları sanat eseri gibi oymalı, kakmalı, resimli falan. Kimbilir kimler, nerelerde, ne melodiler çaldı, ne hayat hikayeleri geçti etraflarından. Kaç kuşağın anıları, savaşları, barışları, mutlulukları, üzüntüleri geçti o tuşlardan...


Bir de değişik bulduğum bu enstrümanı paylaşayım... Tasarımından da anlaşılacağı üzere Çin yapımı olan bu koca enstrüman seremonilerde kullanılıyormuş. Sesi öyle çok acayip değil ama eğlenceli bir görüntüsü var.
Yazımızın kapanış konserinde MIM senfoni orkestrasını dinliyoruz... hmmm, ne zamandır konsere gitmedik, dur bakalım neler var... www....

24 Şubat 2009 Salı

Cycling in the rain...

Dün öğrendim ki yağmurda bisiklete binmek pek de hoşlanacağım türden bir aktivite değilmiş. Hele Brüksel'in ne yapacağı belli olmayan havası her an değişip, yağmur olup olmadığından bile emin olamadığım toplu iğne başı kadar su zerreciklerini üzerinize savurmaya başlarsa oldukça tatsız olabiliyor. Ama alışverişe gitmeye mecburdum çünkü;

a) kocamın Salı sabahı sandviçi için ekmek kalmamıştı,
b) bu hafta tasarruf tedbirlerine başladığımız için öğle yemeğini de yanına koymamıza karar verdik ve evde malzeme yoktu.
c) aksamı bekleyemezdim, marketler 7'de, bilemedin 8'de kapanıyor ve kocam da o saatlerde gelebiliyor. (canım ülkemde marketler 10'a kadar açık... ahh ahh memleketimmm...)
d) hepsi...

Tabi ki "d" seçeneği...

Özetle sabahtan itibaren pusuya yattım, öğlen 12:30 civarı havanın yükselip su zerreciklerinden temizlendiğini farkettim ve doğruca garaja, dandik bisikletlerimizi bağladığım yere koştum. En ucuz sıfır bisikletin 130 € olduğu, ikinci ellerin de aşağı yukarı aynı seviyeden başladığı bir ülkede, e-bay'den kıran kırana pazarlık sonucu 27,5 €'ya iki dandik bisiklet alıp 100€'ya tamir ettirdiğimiz detayını bu entry'de mi yazmalıyım yoksa bu bisiklet olayı için ayrı bir entry mi girmeliyim bilemedim! Ülkemde depolarda, ardiyelerde paslanan, yıllar sonra bir temizlik anında kapıcının çocuğuna ödül olarak mı ceza olarak mı verildiği belli olmayan bu pratik aletlerin burda ne kadar trendy olduğunu görmek biraz hüzünlendiriyor beni!

Neyse... bisikletimden daha pahalıya aldığım alışveriş sepetimi bisikletimin arkasına takıp sırt çantamı ve aldıklarımı dolduracağım poşetimi de sırtıma takıp (evet marketlerde poşetleri de parayla satıyorlar!) hızlıca markete yollandım. "To the point" bir şekilde alışverişimi yaptım, poşetimi doldurdum, dışarı çıktım kiii... evet, yağmur!! bisikletim sırılsıklam! tek peçetemle selemi sildim ve su zerreciklerinden damlalara dönüşmeye başlamış olan yağmura rağmen hızla eve döndüm. Garaja kendimi attığımda hem kan ter içinde, nefes nefese kalmış hem de sıçana dönmüştüm! Eve girdiğimde hala beremden alnıma, ordan burnumun ucuna süzülüp yere damlayan yağmur sularıyla uğraşıyordum! Aceleden bir-iki şeyi almayı unutmuşsam da kocamın aç kalmayacağı kadar malzemem vardı! Mutlu bir ev hanımıydım artık!

Biz Türkler güneşli ülke insanı olduğumuz için midir nedir yağmuru pek sevmiyoruz. Burada tanıştığım Türkler en çok havadan şikayet ediyor. Yağmurda sevgiliyle yürümek pek romantik gelmiyor kimseye. Zaten Belçikalılar sürekli yağmurda yürüdükleri için romantik bir yanı da kalmamış yağmurun. Ben Arap kızı gibi camdan yağmuru seyredip durmasını beklerken sokaktan şort ve tişörtüyle jogging yapan insanlar geçiyor. Hem de 3 değil 5 değil...

Pazar günü evde oturmaktansa bir müzeye gidelim diye plan yaptığımızda da havada yine bu su zerrecikleri dolaşıyor, arada bir rüzgara kapılıp kendilerini camlarımıza vuruyorlardı. Önce metro ile gidip araba ve park dertleriyle uğraşmayalım diye düşündüysek de tam kapıdan çıkarken benim Türklüğüm tuttu ve "boşver arabayla gidelim, çok ıslanırız" diyiverdim. Sanki iki damla su çarpsa yüzüme eriyeceğim! Sen misin arabayla gidelim diyen! 25 dakika park yeri aradık. Üstelik şehir merkezinde yağmur da yoktu! Oh olsun bana -da arabayı zavallı kocam kullanıyor :(

Arabadan kurtulup kendimizi doğruca The Museum of Musical Instruments 'a attık. Geldiğimizden beri en çok methini duyduğumuz müzeydi kendisi. Sırf bu yüzden kendine ait bir başlığı hakediyor bence...

Müzeyi gezdikten sonra karnımız aç keyfimiz gıcır olduğu için çok yakın olduğumuz Grand Place'e doğru yürümeye başladık. Genelde arabayla gezen ve yan koltukta benim görebildiğim detayları ne yazık ki kaçıran sevgili kocacığımla etrafa bakarak, detayları yakalamaya çalışarak el ele dolaştık. Genelde gittiğimiz yerleri daha çok yer görme telaşıyla koştura koştura gezdiğimiz için sakin sakin yürümek iyi geldi.

Türk olduğunu sonradan anladığımız bir Frit'çiden külahta patates kızartması aldık. Ara sokaklardan dolaşa dolaşa Grand Place'e varıp meydana bakan kafelerden birine girdik ve:

- a tea, a hot chocolat and a waffle with chocolate please...


Brüksel'de geçirdiğim en keyifli pazar günlerinden biriydi...

19 Şubat 2009 Perşembe

Hangi Birini Yazsam?!

Meğer ne hevesliymişim!

İki gündür aklımda yazmaktan başka bir şey yok: şunu da yazayım, şu resmi de ekleyeyim, renkleri mi değiştirsem, nasıl bir dil kullansam... Gören de gazetede falan çalışmaya başladım zannedecek. Demek ki içimi dökme ihtiyacım varmış. Bir de gezdiğim gördüğüm yerleri detaylarıyla anlatamıyor olmak çok dokunuyormuş bana! Ne de olsa kocam dışında arkadaşlık edebileceğim, sohbet edip günümü anlatabileceğim kimsem yok şu anda. E o da zaten benimle birlikte geziyor... Özetle blog bana iyi geldi :)

O zaman geçtiğimiz 3 ayı ön plana alarak Brüksel maceramızı anlatmaya başlayabilirim.

İlk olarak sürekli cevaplamak durumunda kaldığım soruyla başlayalım:

- Brüksel'e eşimin işi nedeniyle geldik. 2009 sonunda (Kasım ya da Aralık) döneceğiz.

Ve diğerleri:
- Hayır, çalışmıyorum, ev hanımıyım :) Hem dinleniyorum, hem eşim ve evimle ilgileniyorum, hem de Fransızca kursuna giderek bu 1 yılı verimli geçirmeye çalışıyorum.

-Hayır ikimiz de Fransızca bilmiyorduk ama burda çoğu kişi İngilizce konuşuyor. Zaten iki yerel dil var: Flamanca ve Fransızca. Altuğ Almancası sayesinde biraz Flamanca'yı anlıyor, ben de yavaş yavaş Fransızca iletişim kurmaya başlıyorum. Konuşamasam da konuşulanların genel anlamını çıkarmaya başladım :)


-Tabi tabi geziyoruz. İlk 3 ay oturma iznimiz ve dolayısıyla Belçika kimlik kartımız olmadığı için yurtdışına çıkamadık ama Belçika'nın güney kısmını komple gezdik. Hafta sonları da Bruge, Antwerp gibi büyük şehirlerine gidip geziyoruz. Geçen hafta da Paris'e gittik. Artık diğer ülkelere de gidebiliyoruz.

- Brüksel'de hava genelde yağışlı oluyormuş, ama biz geldiğimizden beri 3-5 kere yağmur yağdı. Kar yılda bir kere ya yağar ya yağmaz dediler ama ocakta 1 hafta durmadan yağdı. Kasımda da yağmıştı. bizim şansımıza mıdır nedir, son 10 yılın en soğuk derecesini gördü Belçikalılar. -19 ölçülmüş dağlık bölgelerde. Biz de arabada -12 yazdığını gördük valla!

- Brüksel çok büyük bir şehir değil, turistik bir kaç yeri ve bol müzesi var. Bir de waffle, çikolata, bira ve patates kızartması ile ünlü. Trafiği bazen İstanbul'u aratmıyor. bir de havası kirli, geceleri oldukça puslu oluyor. Öyle gecelerde belediye alarm veriyor, yollarda hız sınırlaması kuralları değişiyor. En çok yaya geçitlerinde arabaların durup yayalara yol vermesi hoşuma gidiyor. Bir kaç kere arabanın geldiğini görüp daha yavaş yürüyebileceğim halde sırf zevk için yola atladığım, sallana sallana yaya geçidinde yürüdüğüm ve utanmadan şoföre teşekkür anlamında el salladığım oldu :) Ama artık alıştım, yapmıyorum böyle acayiplikler...

- Hayır çok kilo almadım. Altuğ da almadı. Tabi patates, çikolata falan yiyoruz ama yakmak için de çaba gösteriyorum yani! Bisiklet aldık ikinci el. Alışverişe onunla gidiyorum. Ondan önce de yürüyordum zaten, bir de kursa toplu taşıma ile gidip geldiğim için aralarda epey mesafeyi yürüyorum. Bir şekilde dengeleniyor kilo.
vs, vs...

Ne olursa olsun, geçici bir süre olduğunu bilmek kaydıyla, başka bir ülkede, başka bir kültürde, kendi ülkeme uzaktan bakarak yaşamak, ülkemi tüm güzellikleri ve çirkinlikleri ile özlemek bana iyi geliyor. Kendi hayatımdan bir mola almışım da bir Belçikalı'nın hayatını yaşıyormuşum gibi...

Detaylarla devam edeceğim :)

Chapter 1 - Düşen Yapraklar

Blog yazmaya başladığım günün aksi gibi Gazanfer Özcan'ın vefat tarihine denk gelmesi de tatsız bir başlangıç oldu hani... Kendisini Avrupa Yakası'ndaki Tahsin Baba tiplemesiyle pek sever, usta oyunculuğuna hayran kalırdım. Büyüme çağımda tanıştığım her ünlü yüz gibi kendisiyle de bir çocuk bağlılığı kurmuşum. Rahatsızlandığını duyduğum andan beri çocukken yaşadığım üzücü kayıpları düşünüp duruyorum.

Bu anlamda ilk hatırladığım ve benim için travmatik olanlardan biri Adile Naşit'in ölümüydü. Hem çok küçüktüm, hem de her akşam TRT 1'de kuzucuklarına anlattığı masalların müdavimiydim. Annemin bir sabah "aaa Adile Naşit ölmüüüşşş" dediğini hayal meyal hatırlıyorum. Daha tam olarak ne demek olduğunu bilmesem de bir daha bana masal anlatamayacağını farkettiğim anda kendimi yere atıp katıla katıla ağlamıştım... Günlerce yas tuttum. Sanki aileden birini kaybetmişim gibi. O zamanlar anneannem, babaannem, dedelerim hep hayattaydı ama hepsi başka şehirlerde yaşıyorlardı. Belki de bayramdan bayrama ya da yaz tatillerinde görebildiğim anneannem / babaannem yerine koyuyordum Adile Teyze'yi.

Yine çok küçükken kaybettiğimiz Altan Erbulak da bende derin bir iz bırakmış. Bu sefer okumaya da başlamış olmam nedeniyle gazetedeki Altan Erbulak yorumlarını, anılarını satır satır okumama ve hafızamda derin yer etmesine sebep olmuş. Babam eskiden TV'de hoşuna giden programları videoya çekerdi. Eski bir Betamax videomuz vardı. O kasetlerden birinde bir programda yayınlanan bir skeçini seyretmiş ve çok gülmüştüm Altan Erbulak'ın. Babam'a adını sormuştum da öyle aklımda kalmış. Yoksa ne bir tiyatrosunu seyredebildim, ne bir karikatürünü gördüm o yaşıma kadar. Yine de ölümüne derin bir üzüntü duyduğumu hatırlıyorum. Belki de komik insanların bize hiç ölmeyecekmiş gibi gelmesinin sebebi de bu. Ölümün üzüntüsüyle, bize yaşattıkları neşeyi birbiriyle bağdaştıramıyoruz.

Aralarda pek çok ünlü sanatçı, televizyondan tanıdığım pek çok ünlü yüz çıktı hayatımızdan ama bana en ciddi travmayı yaşatan Barış Manço'nun ölümüydü ki o zaman lisedeydim. Kendi odamda küçük bir televizyonum bile vardı ve tüm aile bireylerinden kaçıp, kendi odamda, dandik anteni yüzünden karlı seyretmek zorunda kaldığım veda programlarını seyretmiştim. Barış Manço neredeyse tüm albümlerinin evimize girdiği, tüm şarkılarını ezbere bildiğimiz, dünyayı gezerken kıskançlık ve hayranlıkla izlediğimiz, çocuklarla ve yaşlılarla aynı akıcılıkta iletişim kurabilmesine şaşırdığımız, bir aile bireyimizdi. Hem müziğiyle hem TV programıyla sürekli evimizin içindeydi. Çok terkedilmiş hissettim kendimi. Ölümün çok yakınımızda oluşunu hissetmeye başladığım, tek tek tüm sanatçıların, şarkıcıların ve daha kötüsü ailemden birilerinin ölümlerini düşünmeye başladığım dönem Barış Manço ile başladı. Bazen aileden birilerinin ölüm haberinin geldiğini hayal eder, oturup ağlar, sonra da böyle şeyler düşündüğüm için kendimden nefret ederdim. Tahtalara vurur, dualar eder, aileme uzun ömürler vermesi için Tanrı'ma yalvarırdım.

2000 yılının sonunda İsmail dedemi, 2002'de de Hasan dedemi kaybettikten sonra ölüm daha tanıdık bir kavram olmuştu artık. Hayat en iyi şekilde yaşanmalı ve bu dünyadan giderken de "çok güzel şeyler yaşadım, bu kadar zamanda şu kadar insan tanıdım, şunları yaptım, gönül rahatlığıyla artık gidebilirim" demek gerektiği kanaatine vardım. Artık tüm kayıpların ardından "umarım acısız olmuştur" diyorum.

Sevgili Gazanfer Özcan'ın nur içinde yatmasını diliyor, çocukluğumdan bu yana kaybettiğim ve bende iz bırakan tüm dedeleri, nineleri rahmetle anıyorum... Kalanlara da çook uzun, mutlu bir ömür diliyorum...

Başlangıç için çok depresif bir yazı oldu :(

17 Şubat 2009 Salı

Selamlama...

Internetle pek haşır neşirim de bu blog işinde yeniyim. Nedense hep uzak kalmayı tercih ettim. Belki de hala kağıt hışırtısını klavye tıkırtısına tercih ettiğim için...

Son 2 yılda günlük tutmayı bıraktım. Zaten günlükten çok aylık ya da mevsimlikti benimki. Hayatımın köşe taşlarını not ettiğim, unutmak istemediğim detayları girdiğim bir not defteri. Bir süredir yazmamanın verdiği bir sıkıntı, bir boşluk sardı beni. Oysaki hayatımın en önemli aşamalarını katettim bu 2 yılda. Not etmemiş olmam balık hafızama güvenmemden değil, unutamayacak kadar önemli olmalarından.

Şimdi başka bir yerdeyim; farklı bir boyutta. Yaşım, yaşamım, karakterim, duygularım... Hepsini etkileyecek bir değişiklik yaşadım ve bu detayları not etmezsem geri döndüğümde silikleşip, zamanla yok olacaklarından korkuyorum. Bu yüzden şu an itibariyle bu satırları okuyan kişiyi selamlıyorum :)


Blogunu aktif kullanıp bana ilham veren Burcu'cuğuma teşekkürü borç bilirim...