26 Ağustos 2009 Çarşamba

Üzgün Yurdum, Güzel Yurdum!


İçim daralıyor... Sabah kalkıp bilgisayarı açıp günün gazetelerine ulaşana kadar geçen sürede dualar ediyorum, "N'olur yine acayip bişeyler olmuş olmasın, n'olur bi kerecik de sadece güzel haberler okuyayım"... Ne mümkün...


Ülke sınırlarından çıktığımdan beri daha bir meraklı oldum gazetelere. Eskiden oturup saatlerce köşe yazarlarını falan okumazdım. Şimdi sadece hurriyet.com.tr'yi öglene kadar zor bitiriyorum. Özellikle köşe yazarlarını okuyunca boğazıma oturan yumruyu tarif etmem çok zor. Dışardan bakınca o kadar acınacak haldeyiz ki... Memleketin dört bir tarafından birileri tutmuş çekiştiriyor. Sürekli kavga gürültü, yapıcı öneriler yerine yıkıcı tezler, iftiralar, hakaretler... Demeçlerinden başka bir ülkede (muhtemelen kendi hayal dünyasında) yaşadığını düşündüğüm bir başbakan, her biri bir başka dert meclis üyeleri, birbirinden beter muhalefet partileri, nereye döneceğini bilemeyen bir ordu, şaibeli bir yargı... Kaç kere oturup hüngür hüngür ağladığımı bilirim bilgisayar başında...


10 senedir eğitim veren bir okulu yıkmışlar! Hayretler içinde kaldım görünce! Okul yıkılır mı yahu?? Ceza kes, mahkemelerde süründür ama neden yıkıyorsun? Üstelik mahkemesi sürerken... Çok merak ettim, o arazinin üstüne cami dikilmiş olsa cuma aksamı 17:00'de mi gönderilirdi yıkım tebligatı? Ya da hiç düşünülür müydü yıkılma ihtimali? Pes dedim, insaf dedim... İstanbul'un dağı taşı gecekondu iken, ihtilaflı onlarca arazi, yüzlerce bina varken sen kalk okul yık! Aklım almıyor...


Benim verdiğime benzer tepkileri dün Rauf Tamer ve bugün kendisinden pek hazzetmediğim Ahmet Hakan da vermiş. Eminim başkaları da yazmıştır. Bir de Yalçın Bayer'in bugünkü köşesinde bahsettiği Tevhid-i Tedrisat kanununun bugün ne hale geldiğini anlatan bir yazı var ki "nerelere gideyim" dedirtiyor insana...


Memlekete geri dönmek kadar bu dünyaya çocuk getirmek konusunda da endişelerim var! Ya bir gün okulu yıkılan bir çocuk annesi olursam ve bu travmayı atlatabilmesi için önce kendim psikolojik destek almak zorunda kalırsam diye korkuyorum... Babama "geri dönmesek mi" diye sorduğumda "gel, gel beraber savaşırız" diyor. Kiminle savaşacağız, kime karşı? Kazansak ne olacak, kaybetsek ne? Muhtemelen kazananı olmayan ama herkesin kaybedeceği bir savaşa girdik, çıkamıyoruz... İçim daralıyor demiş miydim???


Ataol Behramoğlu da şöyle demiş:

Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum
Harlı bir ateş gibi derinde yanan
Haramilerin elinde bulunan...


ne güzel demiş...

25 Ağustos 2009 Salı

Yağmurun Renkleri


Her kötü şeyin arkasında iyi bir şeylerin beklediğine inanırım. Hayatım boyunca ne zaman bir kapı kapandıysa yüzüme, arkamı dönüp baktığımda açılmaya başlayan yeni bir kapıyla karşılaştım. Fırtınaların arkasından hep güneş gösterdi yüzünü, gökkuşağı eşlik etti yeni yürüdüğüm yolda... Kendimi inandırdım, üst üste kaç felaket gelirse gelsin, bir yerde kırılacak bu zincir ve güzel şeyler gelecek başıma... Bu şekilde sabretmeyi öğrendim. Böylece dayanabildim talihsizliklere, mutsuzluklara...


Dün haksızlık ettim sana yağmur... Tek eğlencem elimden alınmış gibi hissetmiştim. Ama sen yine de beni ödüllendirdin! Arkanda dünyanın en güzel renklerini bırakarak, kocama sarılıp bu muhteşem güzelliği doya doya seyretmemiz için usul usul yağmaya devam ettin. Hiç bu kadar net, bu kadar yakın, bu kadar büyük, bu kadar bütün görmemiştik bir gökkuşağını! Bizi mahçup ettin...


Bu çok özel anı paylaşmamızı sağladığın için teşekkür ederim sana yağmur... Bir daha kızmayacağım sana, çünkü arkanda neler getirdiğini ve sabırlı olursam benimle cömertçe paylaşacağını artık biliyorum...

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Ama! Amaa!!

Hiç huyu olmadığı halde günlerdir 32 derece sınırlarına tırmanıp havale geçirmeme sebep olmuşken,

Bütün gün evin içinde sahile vurmuş deniz anası kıvamında mayışık yatmışken,

Günün en sevdiğim saati (nihayet) yaklaşmışken,

Tam da kocam eve gelecekken,

Beni alıp alışverişlere götürecekken...

Yapılır mı bana bu???

20 Ağustos 2009 Perşembe

Seviyorum...

* Balkonuma kira ödemeden gecekondusunu diken, hatta arada kaçak kat çıkan örümceklerin sabah güneşinde parlayan yuvalarını...

*Brüksel'in bir görünüp bir kaybolan güneşinden faydalanırken kitap okuyup armut yemeyi...

* Belçika'nın en önemli müzelerinden Comic Strip Museum'dan aldığımız Calimero ve Red Kit anahtarlıklarımızı...


* Yaptığımız binlerce kilometreyi hatırlatması için her duraktan almaya çalıştığımız magnetlerimizin küçücük buzdolabımın kapağını doldurmasını...

* Christmas market'lerden aldığımız tombul göbekli Noel Babişlerimizi...


* Akşamları beyimle bir yandan yemek yerken bir yandan Scrubs, Friends gibi bayıldığımız dizileri izlemeyi...


o kadar seviyorum ki tarif edemem :))

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Alışveriş ve Pazar Filesi

Az önce alışverişten geldim. Brüksel'de hava 30 derece! Bir nevi kendi rekorunu kırdı diyebiliriz. Havanın güzelliğini fırsat bildim ve bisikletime atlayıp gittim markete... Arkamda sepetim...


Ben ki çevreci geçinirim, nasıl kaçırmışım, nasıl kendim akıl edememişim şaştım kaldım... Blog dünyasında çok başarılı ve önemli bir kampanya yakaladım. Pazar Filesi kampanyası!


Her geçen gün neslimizi yok etmek için nasıl çaba sarfettiğimizi, çocuklarımıza leş gibi bir dünya bırakacağımızı ve bizim pisliğimizi temizleme görevini onlara yıkacağımızı farkeden, buna dertlenen, bir şey yapmalı diyen insanlar bir araya gelmiş...


Naylon poşetlerin çevreyi katlettiğini anlatmış ve yapılması gerekenin çok basit olduğundan bahsetmiş: Annelerimizin pazar filesine dönüş! Pazar filesi uygun değilse Carrefour, Ikea gibi büyük marketler kendi ürettikleri alışveriş çantalarını çok uygun fiyatlara satıyorlar... Çok havalı tasarım çantalar bile bulmak mümkün! Bir kere alınca 1 yıl boyunca poşet kullanmaya gerek yok!
Ben Brüksel'de bizim uyguladığımız geri dönüşüm sisteminden bahsettim sitede. Siz de girin, okuyun, inceleyin, hoşunuza giden file ya da çantayı seçin, hayatınızın bir parçası haline getirin... Hatta kendi uygulamanızı gönderin site yetkilisine, sizin çantalarınız da yayınlansın! Geç kalmadan çocuklarımızın geleceğini kurtaralım... Pazar Filesi için tık tık!

17 Ağustos 2009 Pazartesi

7.2


10 sene önce bu saatlerde... Çocukluğumun, ilk gençliğimin ayak izlerinin silindiğini, 7.2 şiddetinde bir sarsıntıya dayanamayıp asfalttaki çatlaklara yenik düştüğünü henüz bilmiyordum. Yalova'da yazlığımızın otoparkında oturmuş şaşkın kedi yavruları gibi birbirimize bakıyorduk, nereye, kime gideceğimizi bilmeden...


10 sene önce Temmuz ayında kendi kendime hayatımda yeni bir sayfanın açıldığına inanıyordum. Liseyi yeni bitirmiştim. Sistem değiştiği için tek basamaklı ÖSS'ye ilk biz girmiştik. Bir de üstüne sorular çalınmış, strese stres eklenmişti. Sınavdan çıkıp doğruca yazlığa atmıştım kendimi "bana bu yaz kimse dokunmasın, sonuçlar açıklanana kadar Yalova'dayım" demiştim. Sonra ilkokuldan beri gittiğim yazlıkta bizden daha eski bir site sakini olmasına rağmen nasıl olmuşsa tanışmadığım çok yakışıklı, çok zeki, çok espirili bir çocukla tanışmıştım. Artık ailemin yanına gitmek hiiç istemiyordum... Yazlıkta dedem, babaannem, halam ve benimle yaşıt kuzenimle birlikte çok mutluydum.


Hani mezuniyet, ÖSS, tercihler gibi şeyleri dünyanın en büyük problemi sandığımız, o çok naif 18 yaşımız var ya, işte o yaşta ayağımızın altındaki zemine bile güvenmememiz gerektiğini öğrendik biz...


Uykumun en tatlı yerinde gözümü açıp karşımdaki duvara yansıyan turuncu ışığı farkettim önce. Arabaların alarm seslerini duydum...O saatte kapkaranlık olması gereken odam aynı anda alarmları çalışan arabaların dörtlüleri nedeniyle ışıl ışıldı! Sonra yatağıma beni yapıştıracak şiddette kuvvetli bir sallantıyla bir öne bir arkaya gidip geldiğimizi hatırlıyorum. Değil kalkmak, yataktan aşağı düşmemek için iki yanına tüm gücümle tutunmak zorunda kalmıştım. Uyku sersemi aklıma ilk gelen şey "Atom bombası attılar bize" oldu! Turuncu ışık falan, çağrışım yaptı herhalde!


Kuzenimin çığlıklarıyla kendime geldim. Adapazarı'nda büyümüş olmama rağmen ufak tefek sarsıntılar dışında hiç şiddetli deprem yaşamamıştım. Kuzenimi sakinleştirmeye, yattığı yerde kalmasını sağlamaya çalıştım: "Tamam, sakin ol bak deprem oluyor, birazdan geçecek, sakin ol, şimdi geçecek, artık bitmesi lazım!!! neden bitmiyor????"


Yaşamayana anlatmak çok zor. Apartman çocuğu olduğumuz için çevremizi saran betonun bizi kardan, yağmurdan, soğuktan, sıcaktan, fırtınadan, selden, her şeyden koruyacağına inanmışız. Bir vuruşta deviremediğimiz için sağlamlığından şüphe etmemişiz hiç... 45 saniye geçip deprem ilk döngüsünü tamamladığında ayağa kalktık. Koridorda halam, dedem ve babaannemle buluştuk. Elektrik yoktu, sular kesikti. Rahmetli dedem asker emeklisi olduğu için hepimizi hizaya sokup emirleri sıraladı. "Herkes sırayla tuvalete girsin, birer bardak su içsin, yerlerde cam kırıkları var dikkat edin, ayağınıza çorap giyin, üstünüze hırka alın. Hemen dışarı çıkıyoruz." Hepimiz evin içinde bir yere dağılıp emirleri uygulamaya başladık. O sırada babaannemin şok geçirdiğinin farkında değildik. Üstümü giyinip su içmek için mutfağa yöneldiğimde tutunmak için elimi duvara değdirdim. Hayatımda bir şeye bu kadar hayret ettiğimi hatırlamıyorum. Duvar sanki ince bir kağıt parçası ya da yaprak gibiydi. Elimin altında dalga dalga titrediğini hissedebiliyordum. Bu kadar güvendiğim betonun beni bu kadar hayalkırıklığına uğratabileceğini hiç düşünmemiştim.


O sırada babaannemin banyodan bir bez alarak yatak odasına yöneldiğini gördüm. "Napıyorsun babaanne?" diye peşinden koşarken o çoktan yere eğilmiş kırılan bir içki şişesini temizlemeye başlamıştı bile.


- Bırak şimdi dışarı çıkmamız lazım hemen

- Ama çok kötü kokuyor!!


O gece babaannemle yaşadığımız trajik-komik diyalogların ilkiydi bu. Yaşadığı şokla bilinci geçici olarak kapanmıştı. Beynin kendini korumak için nasıl bir savunma mekanizması geliştirdiğine hayret edecektim sonraları...


Evden çıkmadan önce son dikkatimi çeken şey balkonumuzun her zamanki ferah manzarasının bir şekilde kapanmış, ağaç gibi dallı budaklı bir karaltının balkonun yarısını kaplamış olduğuydu. Gece karanlığında neler olduğunu henüz anlayamamıştık.


Dışarı çıkıp yarı çıplak insanları gördüğümüzde bizim hazırlığımızın biraz uzun sürdüğünü farkettik. Deprem biteli 8 dakika olmuştu. O sırada otoparka ulaşan otomobil sahipleri arabalarının radyolarını açmaya başlamışlardı. Babaannemin kolunda onu güvenli bir yere doğru çekiştirirken açılan radyolardan ilk duyduğum haberle sarsıldım: "Adapazarı yerle bir oldu sayın dinleyiciler" Annem, babam ve kardeşim Adapazarı'ndaydı...


Deprem sadece bizim evi sarstı zannediyor insan. Özellikle bu derece büyük bir depremin kollarının nerelere ulaşabileceğini hiç tahmin edemedik. O zamanlar cep telefonu bir tek babamda var, altımızda arabamız yok, eve zaten giremiyoruz. Oturup kedi yavruları gibi birbirimize bakmaya başlamamız o ana denk geliyor!


Kafamda yüzlerce düşünce şimşekleri çakıyor: Annemler iyi mi, nasıl ulaşacağız birbirimize, karşı binayı göremiyorum, acaba erkek arkadaşım iyi mi, Adapazarı'ndaki arkadaşlarım iyi mi, çok kayıp var mı, burada yıkılan ev var mı acaba...


Yakın çevremi kapsayan sorularım ilk şoku atlatan insanların sesleriyle cevap bulmaya başladı. Dedem asker soğukkanlığıyla elleri arkasında yan taraftaki bloklara doğru ilerlerken o tarafta bir terslik olduğunu hissettim. Neler olduğunu görmek için peşinden gidince gördüklerime inanamadım. Yanımızdaki 5 katlı blok artık benim boyumdaydı! Balkonlarının üstüste oturduğunu görebiliyordum. Çatısı sol tarafa doğru yatarak kırıldığı için bizim bloğa çarpmıştı. Demek ki evden çıkmadan gördüğüm ve ağaca benzettiğim şey bizim balkona giren çatıydı!


Sonra tüylerimi diken diken eden bir ses duydum. Betonun içinden yardım isteyen insan sesleri geliyordu! Dedem yıkıntıya yaklaşıp içerdekilerle konuşmaya başladı. Diğer insanlar alet edevat hiç bir şey olmadığı için elleriyle ufalanan çatıyı, duvarları oynatmaya, içerdekilere ulaşmaya çalışıyorlardı. O andaki çaresizlik, acizlik ve isyan duygusunu anlatabilmek imkansız. Odanızın duvarını bütün gücünüzle itip yan odaya geçmeyi deneyin. İşte öyle bir his...


Gün ağarmaya başladığında babaannemi halama emanet edip erkek arkadaşımı bulmaya gittim. Onların oturduğu blokların sağlam olduğunu öğrendiğim için o ana kadar bizimkileri bırakıp gitmemiştim. Sitede yürüdükçe felaketin boyutlarını gördüm, dehşete kapıldım. Sadece yanımızdaki blok değil bizim göremediğimiz arka taraftaki bloklardan bazıları da yıkılmıştı.


Onu bloklarının ön tarafında otururken buldum. Ailesi İstanbul'daydı ve o da haber alamamıştı. Birbirimize sarılıp ağladık. Daha çok yeni olan birlikteliğimiz bu felaketle pekişti, güçlendi.


O gün benimle yaşıt sınıf arkadaşlarımı kaybettim, ailelerine ÖSS sonuçları gitti...

Aile dostlarımızı kaybettik,

Uzaktan tanıyıp konuşma fırsatım olmayan bir sürü insanı kaybettik,

Hiç tanımadığım, belki tanısam iyi arkadaş olacağım insanları kaybettik...


Bir de Yalova'da geçen çocukluğumun yazlarını, Adapazarı'nda geçen çocukluğumu ve ilk gençliğimi kaybettim. Ayak izlerim toprağa gömüldü, gitti. Benim tanımadığım, caddelerinde yürümediğim, kafelerinde oturmadığım bir şehir oldu Adapazarı.


Yalova ise yıllar sonra yeniden yazlığım oldu. O yaz tanışıp felaketi birlikte yaşadığım yakışıklı çocuk kocam oldu. Dün gece 10 sene önceye gittik birlikte. Aklımıza çok kötü resimler, çok acı hikayeler geldi. Kaybettiklerimizi andık, sessiz birer dua okuduk ruhlarına, huzurla uyusunlar diye...


Kimse yaşamasın bir daha ama o kapanmayacak yaraları yaşayan bilir ancak...

13 Ağustos 2009 Perşembe

Son Durak: Paris

14 Temmuz Fransa'nın Cumhuriyet Bayramı sayılıyor. 1789 Fransız İhtilali kapsamında meşhur Bastille Hapishanesi'nin ele geçirilip yıkılışı ve ilk cumhuriyetin temellerinin atılmasını simgelediği için ulusal bayram anlamına gelen Fête Nationale olarak anılıyor. Her yıl 14 Temmuz'da Eyfel kulesinden atılan havai fişek gösterileriyle meşhur! Kaçırır mıyım? Kaçırmadım :) Ama bu sene salıya denk geldiği için nasıl bir kılıf uydursam da kocamı izin almaya ikna etsem planları içindeyken tatilin ucunu bağlamak aklıma geldi :)
Nice'ten direkt Brüksel 14 saat civarı tutacağı için arada mola verip 1 gece yatmamız gerektiğini, Paris'in en iyi alternatif olduğunu ve tesadüfe de bakın ki (!) o tarihlerde de Fête Nationale kutlamalarının olduğunu güzelce kocama izah edip seyahat planını ona göre hazırladım. O yüzden 4 temmuzda tatile çıktık, gezdik, gezdik ve 13 temmuzda Nice'ten 9 saatte Paris'e ulaştık! 10 gündür yollarda olduğumuz ve bir gün önce de 1000 kilometre kadar yol geldiğimiz için sabah erken kalkamadık ve Champs Elysees (Türkçesi Şanzelize)'deki geçit törenlerine yetişemedik. Ama paralel sokaklarda karargahlarına doğru yola çıkmak üzere bekleyen askeri araç ve tankları inceleme fırsatı bulduk.

Kocam küçük bir çocuk sevinciyle tek tek zırhlıların, uçaksavarların ve tankların önünde fotoğraf çektirdi :) Fransız ordusundan hevesimizi alınca karnımızı doyurup bisiklet kiraladık ve şehrin daha önce görmediğimiz yerlerine doğru pedal çevirdik. New York'taki Özgürlük Anıtı'nın Paris'teki 3 kopyasından birini görmek üzere Île des Cygnes'e (Seine nehri üzerindeki küçük bir adacık) yöneldik.
Orjinal anıtın 1886'da Fransızlar tarafından A.B.D'ye hediye edildiğini bilmediğimiz gibi tasarımının da Eyfel kulesinin miması olan Gustav Eiffel'e ait olduğunu bilmiyorduk. Öğrenmiş olduk :)


Ardından Lüksemburg bahçelerini gezdik, havuzunda kayık yüzdürenleri seyrettik. Birer çikolatalı krep yedik, mutlu olduk!


Saat 5 civarı bisikletlerimizi teslim edip Eyfel'e ulaştık ki ne görelim. 700.000 ila 1 milyon arası insan Eyfel'in önündeki çimenlere yayılmış, kimi piknik yapıyor, kimi kağıt oynuyor, kimi uyuyor... Yer bulmak imkansız! Epeyce dolandıktan sonra kendimizi Seine nehrinin karşı kıyısına atıp nehir kenarında Eyfel'i rahat görebileceğimiz bir yere konuçlandık. Kafama takmıştım, 25 dakikalık gösteriyi saniye kaçırmadan video'ya alacaktım. O kalabalıkta bunu yapmak imkansız olduğu için daha tenha olacağını umduğumuz nehir kıyısına gittik. Orada bile kıyı şeridinin kapılmış olduğunu görüp biraz bozulduk ama sonra kaldırıma çöküp beklemeye başladık.

Havanın kararmaya başlaması saat 9:30'u buldu. Ama sonrası muhteşemdi...





İtiraf ediyorum, havai fişeklere bayılıyorum! Babam Boğaz'daki düğünlerde atılan havai fişeklere kızıp "kro" bulsa da, havaya ve havadaki masum kuşlara zarar verdiğini bilsem de seviyorum napiimm... Kendi düğünümde de çok istemiştim atılmasını ama babam, kocam, herkes karşı çıkınca sesimi çıkaramadım. Haklı olsalar da seviyorum... "bir daha dünyaya gelsem havai fişek olmak isterim" şeklinde saçma bir cümleye bile sahibim :))

Özetle o akşam gözümü havai fişeğe doyurdum :) Hatta bir hafta sonra da Brüksel'de vardı havai fişek gösterisi, ona tenezzül edip gitmedim bile! Eyfel'deki şovdan sonra beni ancak Boğaz'daki 29 Ekim fişekleri keser. Ya da belki Sidney'de bir yılbaşı :)))

6 Ağustos 2009 Perşembe

Tatil!!!

Tatildeyken sürekli aklımda dolaşan bir soru vardı: "Ben bu tatili blogda nasıl anlatacağım?!" 11 günde onlarca şehir, yüzlerce kilometre... Oturup gün gün anlatacak ne halim var, ne sabrım. Okuyacak olanları da bayıltma ihtimalini düşünerek sadece özet olarak izlediğimiz route hakkında bilgi verip, tatil top 10 listemi yazmaya karar verdim.

Toplamda 11 günde 3700 km yaptık. Gün gün gezdiğimiz yerler aşağıda. En sondaki kalın harfli olanlar da konakladığımız şehirler. Ders notu gibi oldu ama başka türlü özetlemek mümkün değil...
04.07 – Fransa: Champagne, Epernay, Reims
05.07 – İsviçre: Cenevre
06.07 – İsviçre: Lozan, Lugano / İtalya: Como
07.07 – İtalya: Portofino, Genova
08.07 – İtalya: San Remo / Fransa: Monaco, Nice
09.07 – Nice
10.07 – St. Tropez, Nice
11.07 – Cannes, Monte Carlo, Nice
12.07 – Nice
13.07 – Paris
14.07 – Paris
15 Temmuz’da Brüksel’e döndüğümüzde ikimiz de yorgun fakat mutluyduk. Kocamın 4 gün daha tatili olduğu için kalan günlerimizi evde yatıp tatilin yorgunluğunu atmaya çalışarak geçirdik. İşte deli tatilimizden top 10:

10-Como: Fazla abartılmış, fazla ön plana çıkmış olduğu izlenimini edindim. Tamam doğası, gölü, dağları, renkleri güzel ama özellikle İsviçre’den geliyorsanız İtalya’ya geçtiğinizi hissediyorsunuz. Dandik tekne turu, yeme-içme hizmet kalitesindeki düşüş, bakım-temizlik eksikliği İsviçre’yi aratıyor.


Bizim havadan yana şanssız olduğumuz da bir gerçek. Sabah gözümüzü açıp dışarıyı sular seller götürdüğünü görünce moralimiz epey bozuldu ama biz otelden ayrılıp tekne turuna gelene kadar bulutlar dağılmaya başladı.

Kısa tekne turu 1-1,5 saat, uzun olanları ise 4 saate kadar sürüyor. Biz Portofino için yola çıkacağımızdan kısa turu tercih ettik. Bu yüzden de George Clooney'nin villasını göremedik. Kusura bakma George, bi dahaki sefere artık :)


9-İtalian Riviera: (Bence) Türkiye’nin cennet kıyıları ile kıyas kabul etmez. Portofino, Santa Margherita Ligure, Recco gibi küçük, şirin sahil kasabaları var ama biz gittiğimizde deniz çok dalgalı ve pisti. Belki de biz kötü bir havanın hemen ertesinde oraya vardığımız için çok sevmedik. Bir de Portofino merkezde denize girilmediğini, sadece teknelerin yanaştığı ufacık bir liman olduğunu öğrendiğimde yaşadığım hayal kırıklığı da etkili olabilir. Deniz girmek istiyorsanız Santa Margherita Ligure denenebilir. Biz Genova’da kaldığımız için yol üstünde Sori’de durup denize girdik. Onun dışında denize girmeye değecek kadar temiz ve güzel bir yer bulamadık.
Akşam yemeğini büyük bir liman şehri olan Genova’da yemek yerine gurme bir şehir olduğu iddiasında olan Recco’da yedik. Rose şarap eşliğinde Focaccia al Fromaggio, üstüne de kocaman bi gelato yedin mi, İtalyan Riviera ile işin bitmiş demektir...
8-Champagne: Turumuzun ilk durağı olduğu için taze enerji ve hevesle gittik. Kapadokya’daki şarap turlarını sevenler bir de Epernay’deki şampanya mahzenlerini görmeliler! Mercier'in 18 km, Möet&Chandon’un 25 km uzunluğundaki mahzenlerindeki 1.5 saatlik gezi sayesinde Mercier, Möet&Chandon ve Dom Perignon markalarının nasıl ortaya çıktığına ve nasıl marka haline geldiklerine tanık olduk.

Şansımız mahzen gezilerimizden sonra da devam etti. O hafta sonu Epernay’de festival olduğunu bilmesek de keşfetmemiz pek vakit almadı. Avenue de Champagne’de yürürken harika bir müzik grubuna denk geldik: Mademoiselle Orchestra...


Avrupalıların sosyal ve kültürel faliyetlerine olan hayranlığımı başka bir yazıda anlatacağım. Şimdilik yaşlarından ve toplumdaki konumlarından utanmadan, cesaretle müzik aletlerini alıp kostümlerle ve danslarla sahnelerini güçlendirip karşımıza çıkabilen bu kadınları alkışlamakla yetiniyorum.
Bölgede en çok hoşumuza giden şey ise uçsuz bucaksız üzüm tarlalarının yarattığı kusursuz simetrideki bağlar oldu...
7-Lugano: Sevgili arkadaşım Özlem’in tavsiyesiyle gittiğimiz ve tam da bizim gibi yaşlı bir çifte göre olan Lugano, kocaman bir göl etrafına kurulmuş sevimli bir şehir. Sakin, tertemiz, bakımlı, kendi çapında bir casino’su ve eğlence mekanları bulunan, İtalya’ya çok yakın olduğu için gelato’sundan da nasiplendiğimiz çok keyifli bir yer. Biz dondurmaları kapıp kendimizi bir deniz bisikletine attık ve gölün keyfini çıkardık

6-Cenevre ve Lozan: Cenevre büyük, güzel bir şehir. Biraz Zürih’i anımsattı bana. Gölün içine yapılmış olan kocaman fıskiye’nin o kadar çok fotoğrafını çektim ki kocamı bezdirdim! Saniyede 500 litre suyu 140 metre yüksekliğe ulaştırabilen başka fıskiye görmedim napiim :)
Lozan’a Cenevre’den Lugano’ya geçerken uğradık ama çok sevdim. Tipik bir İsviçre şehri. İsviçre’ye mi yerleşsek n’apsak??
5-St. Tropez: Kokoş plajlar, lüks yatlar, temiz, pırıl pırıl koylar. Tek sorun suyun -10 derece falan olmasıydı. Pek denize giremesek de ruhumuzu dinlendirdik... Yalnız yolu çok kötü ve kalabalık. Hafta sonu gitmek intihar isteği uyandırabilir. Otobandan sonra uzun süre tek şeritli yolda trafikle cebelleştik. Dönerken Tropezian tart'larından birer tane kapıp kendimizi ödüllendirdik mecburen :)




4-Monaco / Monte Carlo: Lüks her yerde... Binalar, parklar, restoranlar, arabalar... Brüksel kadar bile olmayan bir ülke, herkes zengin :) Hayat güzel...


Benim en çok hoşuma giden Casino’nun karşısındaki seyirci kalabalığıydı. Gelen geçen Ferrarileri, Casino’ya girip çıkan süslü amca ve teyzeleri seyreden, fotoğraf çeken şortlu, şıpıdık terlikli, makyajsız turistler :) Bizim de onlardan biri olduğumuzu söylememe gerek var mı?

3-Nice: Kocaman, güzel bir plaj, kabul... Ama zavallı ayacıklarım neler çekti o çakıl taşlarından! Gerçi kum olmadığı için su berrak ve temiz görünüyor ama gene de girip çıkarken çok zorlandık. Ayrıca ücretli plajlara para vermemek için sahil boyu yürüyüp halk plajlarının ön kısmından denize girip çıktık. Omuzlarım daha ilk gün 2. derece yanık kıvamına geldi! Marketten şemsiye almak sonradan aklımıza geldi tabi :)
Kalabalık Marche aux Fleurs'e paralel şirin bir sokak...
Marche aux Fleurs gündüz meyve-sebze-çiçek pazarı, akşam restoran ve incik boncuk cenneti. Her akşam aynı yerde yemek yemek biraz bayıcı olduğu için bazı günler Monte Carlo gibi yakın yerlere kaçmayı tercih ettik. Yiyecek olarak deniz mahsüllü makarna, pizza süper. Focaccio ise İtalya’da yenmeli. Nice’tekini beğenmedik. Paella’yı da başarılı bulduk ama dev gibi geldiği için gerçekten açken sipariş etmek lazım...
2-Alpler: Lugano’dan Como’ya geçerken Alpleri dikine kesmek gerekiyor. Temmuz ayı olmasına rağmen halen tamamen erimemiş olan kar ve sırtımı ürperten serin dağ havası güneye inmeden önce çok iyi geldi :)
Üzerimde ince askılı bir tişört, yazlık etek ve ayağımda terliklerle kar sularında üzüm yıkayıp kocama kartopu attım! Sadece bu bile eşsiz bir deneyim oldu benim için.
Kıvrıla kıvrıla tırmanan dağ yolunu, manzarasını ve yol üstündeki küçük dağ köylerinin güzelliğini anlatmaya benim kelime haznem yetersiz geliyor. Gidin, görün...

1-Cannes: Cote d’Azur’de en çok Cannes’ı sevdik. Belki ayacıklarımız Nice’teki çakıllardan çok hırpalandığı ve kum plaja gelince mest olduğu için, belki Boulevard de la Croisette üzerindeki müthiş güzellikteki binaların ve lüks arabaların yaratığı ambiyans yüzünden, belki de tüm bu lüks ve ihtişam içinde bile yabancılık çekmememizi sağlayan halk plajlarındaki sadelik bizi Cannes’a bağladı. Sadece yarım gün geçirmiş olmamıza rağmen dönüş yolunda birbirimize bakıp “bir gün yine gelir miyiz?” sorusuna içtenlikle “kesinlikle evet” cevabını verebildik.




1600 fotoğraf ile döndüğüm bu tatilin bir de dönüş yolunda Paris ayağı var. O da başka bir yazıda...