30 Ekim 2009 Cuma

Kendimden Sıkıldım


Memleket meseleleri, sonbaharın gelişi, Fransızca sınavlarım falan derken depresyonun dibine vurdum maşallah... Ne yazdığım yazılarda ne aynada gördüğüm yansımamda mutluluğun m'sini yakalayamıyorum. Oysa ki hayatımın en huzurlu, en keyifli, en gezmeli yılını yaşadım. Canım kocacığımla baş başa, iş güç derdim olmadan, üniversitedeyken bile yakamı bırakmayan tüm kaygılarımdan uzak, şahane bir sene geçirdim Brüksel'de. İnsana sorarlar daha ne istiyorsun diye... Memleketime huzur, insanlarıma akıl fikir istiyorum tabi ama hayat da kısa yani, her gün bunları düşünüp Küçük Emrah kaşlarıyla gezmeye gerek yok...


Dün akşam Fransızca çalışırken dellenip blogumun temasını, suratımın şeklini, depresyonumun dibini çöpe atmaya, kendime bir çeki düzen vermeye karar verdim :) Bu sabah itibariyle 3.kur Fransızca sözlümü de geçmiş bulunduğuma ve sadece yazılı sınavım kaldığına göre yeni yasayı yürürlüğe koyabilirim:


- Bol bol gülünecek,

- bol bol gezilecek,

- bol bol okunacak, yazılacak, çizilecek...


Yalnızca iki ay kaldı... Hristiyan dünyası Christmas tatiline girdiği günlerde biz valizlerimizi toplamış, yuvamıza doğru yola koyulmuş olacağız. Bu yılın tanığı olan blogumu da biten bir anı defteri gibi noktalayacağım. Ne demiştim başlangıçta: Yaşım, yaşamım, karakterim, duygularım... Hepsini etkileyecek bir değişiklik yaşadım ve bu detayları not etmezsem geri döndüğümde silikleşip zamanla yok olacaklarından korkuyorum... Blogum sayesinde hafızam pırıl pırıl artık, resimli bir masal kitabı gibi. Gerçek hayata döndüğümde başka bir alanda yeni bir blog sahibi olurum belki. Şimdilik kafamda gezinen tilkilerin kuyruklarını birbirine bağlamaya çalışıyorum. Başarırsam her şey silbaştan olacak belki :)


Yarın sabah Paris yolcusuyuz. Gezmediğimiz bir Versailles Sarayı kalmıştı. Onu da gezip rahatlayalım istedik... Kasım için de şahane gezi planlarımız var ve artık bu blogda yalnızca güzel şeyler yazayım istiyorum. Zira kendimden sıkıldım...


29 Ekim 2009 Perşembe

İyi Bayramlar...


Biliyordun değil mi böyle olacağını? Gözlerindeki kaygı, alnındaki kırışıklar ondan...

Senin 10 senede yeniden yarattığın, dilinden giyimine, takip edeceği yöne kadar tarif ettiğin, bizlere anahtar teslimi verdiğin bu süper lüks yuvaya sahip çıkamayacağımızı tahmin ediyordun...

Senin 10 senede kat ettiğin medeniyet yollarında değil ileri gitmek, 70 sene boyunca geri geri gideceğimizi hissediyordun...

Kemiklerin sızlıyor şimdi değil mi?
Pişman mısın bu zenginliği bize hediye ettiğin için? Kızgın mısın bize, emanetine sahip çıkamadığımız için? Utanıyor musun bizden, büyükanne-büyükbabalarımız el ele bu topraklar için savaşmışken onların torunları birbirinin gözünü oymaya çalıştığı için?

Kızma bize, biz izindeyiz, bugün bayram, tatil... Sen verdin bize bu tatili, bu hediyeleri... Kızmaya hakkın yok hiç birimize!

27 Ekim 2009 Salı

Bir Nefes Vatan

Facebook'ta aylardır dönüp duran tanıtım filmini seyrettiğimizde "mutlaka gitmek lazım" demiştik. Kardeşim askerden yeni döndüğü için ailecek askerlik anılarımız tazeydi zaten. Bir de bizim ailede asker çoktur, ister istemez yüzümüz orduya dönük yaşadık hep.



Benim ailem, eşimin ailesini de alıp topluca gitmişler NEFES'e, daha gösterime girdiği ilk günlerde. Biz de heyecanlandık acaba Brüksel'de oynuyor mudur diye. Türkler çok olduğu için buradaki en büyük sinema kompleksine mutlaka Türk filmleri geliyor. Hatta Arog'u falan Türkiye'deki tüm arkadaşlarımızdan önce seyrettik burada. Ama Nefes'in konusundan dolayı burada gösterime girme ihtimalini düşük görüyordum. Ne de olsa Belçika burası, zamanında kimlere ne destekler, sığınma hakları verdiklerini, karşımıza nasıl politikalarla çıktıklarını biliyoruz. "Yok canım, Nefes'i oynatmazlar sinemada" dedik ama yine de internete girip baktık var mı diye. Görünce inanamadık! Acele biletlerimizi alıp Cumartesi günü sinemaya attık kendimizi. N'olur n'olmaz, birden farkederler de kaldırıverirler filmi diye.

Salon akşam seansı olmasına rağmen benim tahminimden boştu. Dörtte biri ya doluydu ya değildi. Ben herkes benim gibi vatan hasretiyle yanıyor, ülkemde olup bitenler herkesin içini kanatıyor zannederken savaş sahnesi seyretmeye gelen 16 yaş grubuyla karşılaşınca hayal kırıklığı yaşadım.

Zaten duygularım tavan yapmış durumda, daha 30. saniyede ağlamaya başladım. Biraz oralarda şehit olanlara, biraz geride kalanlara, biraz bugünlerde olanlara, biraz hiç bir şey yapamıyor oluşuma... Film boyunca ağladım durdum.



Kocam askerliğini Malatya'da yaptı. Ne komandoydu, ne dağlardaydı. Yine de bugün çok alışık olduğumuz, istediğin an arayıp sesini duymanın nasıl bir lüks olduğunu, gittiği ilk 2 hafta hiç haber alamadığımda anlamıştım. Nasıl bir atmosfere girdiğini ya da askerliğin adamı dünya atmosferinden nasıl çıkardığını doğum günümü unuttuğunda ve 2 gün sonra konuştuğumuz sırada hatırladığında anladım. O anda tabi ki kızmadım, zamanın nasıl genleştiğini, dakikaların saatler gibi yayılarak geçtiğini tahmin ediyordum (sonra burnundan getirdim tabi hihihi :) ). Filmde İstanbullu çocuğun kız arkadaşıyla bir telefon görüşmesi var. İşte o kızın saçını başını yolasım geldi. İzleyenler anlamıştır, izlemeyenler de izleyince anlar. Hala düşündükçe sinirleniyorum...

Memleketimde sapla samanın, doğruyla yanlışın, siyahla beyazın birbirine karıştığı, açılalım derken paramparça bölündüğümüz, tedavisi, telafisi olamayacak yerlere doğru sürüklendiğimiz günler yaşanırken, buralardan kuşbakışı seyretmek çok yaralıyor beni. Hani orada olsam bir şey yapabileceğimden değil ama dışardan bakınca daha bir yürek burkuyor bu manzaralar. Belki orada olsam hayat telaşı içinde hissetmeyeceğim kadar canım yanıyor gazeteleri okurken.

Nefes, sınıf arkadaşlarımızın, bakkalın çırağının, komşunun oğlunun, yani savaş eğitimi olmayan gencecik çocukların ellerinde silah, karda, buzda, bilmedikleri bir düşmana karşı nasıl bir psikoloji altında yaşadıklarını göstermesi açısından çok başarılıydı bence. Kabul etsek de etmesek de bir yerlerde oyunlardan tanıdığımız RPG'ler, kalaşnikoflar, el bombaları, birilerinin canını alıyor, ocakları söndürüyor. İnsan hayatı hep ucuz oldu bizim topraklarda ama bu kadar basit olmamalı... Bir şeyler yapmalı...

20 Ekim 2009 Salı

Postacı

Postacımız Joel posta kutumuza veda mektubu bırakmış... Yarım yamalak Fransızcamla anladığım kadarıyla postanede düzenlemeler yapılırken bizimkinin de görev yeri değişmiş. 19 Ekim itibariyle artık bizim postacımız o olmayacakmış ve bundan dolayı büyük üzüntü duyuyormuş çünkü biz olağanüstü bir müşteriymişiz! Bu vesileyle de yaklaşan yeni yılımızı kutlar, ailemiz için en iyisini dilermiş...


Yazının içeriğini anlayınca ben bi ağla, bi ağla... Adamcağızın samimiyeti, düşünceliliği nasıl dokundu içime!

1 seneye yakın süredir bu apartmanda oturuyoruz, bir kere bile görmedim Joel'i! Belki de apartmanın %70'i hiç görmedi. Ama bu adamcağız için olağanüstü müşteriler olabilmişiz! Posta kutumuzu zamanında boşalttığımız için mi? Anlayamadım, algılayamadım...

Sonra da oturup dertlendim insanlığımı nasıl da kaybetmişim diye! Kibarlık, nezaket, zerafet hepsi çöpe gitmiş! İstanbul'daki evimi düşündüm. 17 daireden sadece karşı komşu ile alt komşunun yüzlerini gördüm, o da tadilat yapacağımız için haber verip özür dilemek içindi. Evlendik, taşındık, bir kişi bile çalmadı kapımızı... Ne helva dağıtan oldu kandillerde, ne bir kahve içmeye çağıran... Bir tek kapıcıyı tanıyorum yani adamakıllı... Burada ise postacı veda ediyor bize!

Tesadüf bu ya, bu sabah kurs için evden çıkarken ilk defa postacıyı gördüm! Ama Joel'in görev süresi dün bittiği için yeni postacı olduğunu düşündüm ve düşman gibi baktım adama! Sanki Joel'in ayağını o kaydırmış da yerine geçmiş gibi... Postacı ise oldukça melodik bir sesle ve uzatarak "Bonjouuurr!" dedi bana! Joel olsaydı sarılıp "Gitme Joel, biz de seni seviyorusss" diye ağlayacaktım...

Yeni postacıyı ilk defa, tam da bugün görmüş olmam çok acayip değil mi??


15 Ekim 2009 Perşembe

Halay!

Brüksel'in turistik sayılabilecek, içinde 4 müze barındıran, şık ve düzgün bir meydanı olan Cinquantenaire meydanında davullu zurnalı halay da gördüm ya, artık gözüm açık gitmem!

Böyle başladı: gelin, damat ve aile büyükleri...


Biz meydandan ayrılırken halayın çapı 100 m'yi bulmuştu sanıyorum! Ortadaki boşluğun büyüklüğünden nasıl bir çember olduğunu tahmin edebilirsiniz :) Soldaki beyaz saçlı amca dışındakilerin hiçbiri seyirci değil, halayın boncukları :)

Gürültüden halaydakilerin hangi dili konuştuklarını tam duyamadık ama sanıyorum Türkçe değildi. Kürtçe ya da doğuda konuşulan lehçelerden biri olabilir. Oynanan oyun da benim bildiğim neşeli zıp zıp halaylardan çok daha ağır, 3 ileri bir geri hızında ilerleyen bir türdü. Biraz hüzünlü gibiydi hatta. Kızı verdik diye üzülüyor olabilirler mi??

Mimari olarak o kadar batılı bir meydanda bu kadar doğulu bir geleneği seyretmek çok acayipti. Eminim Belçikalılara da çok değişik gelmiştir...

14 Ekim 2009 Çarşamba

Etiyopyalı Kokob

Geçenlerde burada tanıştığımız Türk arkadaşlarla toplaşıp yemeğe çıktık. Daha önce içlerinden bazılarının gittiği ve gitmeyenler için de ilginç bir tecrübe olacağını düşündüğümüz Etiyopya restoranı KOKOB'u tercih ettik. Bizim memlekette var mı Etiyopya restoranı bilemedim...

Yemekler öyle acayip değişik falan değildi. Sonuçta aynı sebzeler, aynı tip etler kullanılıyor. Ama lezzetliydi, keyifliydi. Özellikle sunumu ve yeme şekli ilginçti...

Efendiiim, ortaya konan koca tepsilere sipariş ettiğiniz mamalar getirilip parça parça serpiştiriliyor. Yanlarında da rulo yapılmış ekmekler var. Çatal-bıçak yok, rulo ekmekten parça koparıp yemekleri avuçluyorsun :) Ekmek dediğim de lavaş gibi sert değil, krep gibi yumuşak vıcıkımsı bir şey!



Herkes yemekten önce ellerini yıkadı tabi! Hem de yüksek sesle "BEN Bİ ELLERİMİ YIKAYAYIM!" anonsunu yaparak. Hani yıkamayan kaldıysa bi zahmet hareketlensin anlamında :)



Yemeğin ortalarında kocam gibi işkilli kişiler garson kızdan " yaa biz bi çatal alabilir miyiz??" şeklinde taleplerde bulundular :)


Elle yemeği beceremeyen Türklerin var olduğunu görüp muasır medeniyetler seviyesine çıkmış olduğumuzu iddia etmek çok mu zorlama oluyor acaba??

13 Ekim 2009 Salı

Bir Gurbetçinin Milli Maç Tecrübesi

Futbolu severim, maç seyrederim, ama stada en son 10 sene kadar önce gitmiştim. Futbolu tribünden seyretmek öyle çok da özel bir olay değil benim için. Ama Brüksel'deki son 2 ayımıza girmişken, hiç bir iddiası kalmamış olduğunu bilsek de Milli Takımımız Brüksel'e gelmişken maça gitmemek olmazdı... Kazanmak için değil de bir çeşit etkinlik olarak görmüştük maçı. Keşke iddiamız olsaydı da daha adam gibi bir futbol seyredebilseydik.

Uzun zamandır İstiklal Marşımızı bağıra bağıra okumamıştık. Tüylerimiz diken diken, gözlerimiz dolu dolu olmamıştı... İyi geldi...

Uzun zamandır bu kadar Türk'ü bir arada görmemiş, bu kadar bozuk Türkçe duymamıştık. Bazı şeyleri pek özlemediğimi hissettim, ne acı :(

Koltuklarında sakince oturup maç seyreden, sadece ciddi bir pozisyon olursa ayağa kalkan Belçika taraftarlarının tribününden kafamı çevirip bizim tribünlerde koltukların üzerinde zıplayan, çömelen, tüneyen tipleri görünce içimizdeki Akdeniz insanını en soğuk /en gri / en depresif kuzey havasının bile yok edemeyeceğini anladım, gülümsedim...

Maçın sonlarına doğru yine bizimkilerin, hiç bir suçu olmayan tribünlere zarar verdiklerini, koltukları söküp sahaya attıklarını, meşaleleri sahadaki görevlilere fırlattıklarını görünce bize neden "Barbar Türkler" dendiğini, nasıl hor gördüklerini, cehaletimizi, kültürsüzlüğümüzü, hazımsızlığımızı, görmemişliğimizi nasıl yüzümüze vurduklarını hatırladım, üzüldüm, çok üzüldüm... Bizi aralarında istememelerini anladım, hak verdim...

Milli maçların yurtdışında yaşayan vatandaşlar için gerçek bir vatana kavuşma aktivitesi olduğunu farkettim. Futbolcuların üzerindeki baskıyı hissettim. Onlar ne kadar profesyonel düşünseler de taraftarlar için hayat memat meselesi haline gelen milli gururu tatmin etmenin ne kadar zor olduğunu düşündüm.

Bir milli etkinliği daha geride bıraktık sayın seyirciler... Darısı Avrupa Kupası'na...