11 Aralık 2009 Cuma

2009'dan Bana Kalanlar & Veda...


Sevgili balık hafızam,

Bu son yazımı sana ithaf ediyorum çünkü sen bu kadar unutkan, dalgın ve alık olmasan, bu şahane anılarla dolu yılı kayıt altına almak zorunda hissetmeyecektim.

Bu blogu açma, gereğinden fazla fotoğraf çekme, yazdıklarımı paylaşma ihtiyacı duymayacaktım.

O zaman beni hiç tanımadığı halde takip eden, maceralarımı okuyan, kendi deneyimlerini paylaşan okuyucularım olmayacaktı. Hiç tanımadığım halde hayatlarına, hobilerine, tecrübelerine tanıklık ettiğim, büyük bir merakla takip ettiğim sanal arkadaşlarım olmayacaktı.

Aslında 1-2 yazı daha vardı planladığım. Ama bir talihsizlik var bu aralar üstümde, o yüzden dönüşe 15 gün kala veda etmek durumunda kalıyorum. Bu blog bir defter gibi bu yıla ait olsun istiyorum. İyisiyle kötüsüyle hatırlayacağım anılarımla dolu ama sadece Belçika'yı kapsayan. İzlediğim blogları izlemeye, yorumlar paylaşmaya devam edeceğim ama kendi defterimi mühürlüyorum artık. Kapatmıyorum, sadece donduruyorum diyelim...

İlk yeni yıl hediyemi canım Kutu'mdan aldım. Brüksel'e iş için gelmiş, üşenmemiş bana miss gibi bir kutu Baklava getirmiş :) Ben evden çıkamadığım için yeterince baskı yapıp tanışamadım kendisiyle ama hediyesiyle ilaç gibi geldi bana... Nasıl teşekkür etsem bilemedim. Mevcut durumum bir fotoğraf bile çekmeme el vermiyor ne yazık ki. Geçen hafta Christmas Market'ten çektiğim fotoyla idare edin. Bu da benden yılbaşı hediyesi olsun :((



2009 ülkem için çok güzel bir yıl olmadı ne yazık ki. Ama eşimin ve benim kişisel tarihlerimize unutulmayacak bir anı olarak eklendi. Umarım 2010 herkes için çok güzel, çok mutlu bir yıl olur... Türkiye'de görüşmek üzere...

7 Aralık 2009 Pazartesi

Mickey & Minnie'den selam var...


Kocamın başının etini yedim aylarca Disney de Disney diye... Christmas teması gelmiş, her yer ışıl ışıl, burnumuzun dibi (değilse de yakın yani), çoluğumuz çocuğumuz yok... Tam zamanıydı yani... Ne yaptım ettim ikna ettim kocimi :)

Yine Cuma geceden yola çıktık ve Disneyland yakınlarındaki Ibislerden birinde kaldık. Disney'in kendi otelleri rüya gibi ama fiyatlar kabus gibi olduğu için dedik ki 2 gün 2 park bileti alalım ama ucuz otelde kalalım. Nasılsa gecenin bir yarısı uyumak için giriyoruz otele...



111 €'luk biletlerimizi alıp Cts daha uzun saatler açık olan Disneyland Park'a, Pazar günü ise Disneyland Studios'a girmeye karar verdik. Eğer ilk defa gidiyorsanız ve benim gibi her şeye binip her şeyi görmek istiyorsanız aynı planı tavsiye ederim. Bir de insan 111 € verince sabah 9 aksam 10 orada kalayım, her şeyi dibine kadar sömüreyim istiyo, ona göre!



Şahsen Pamuk Prenses, Cinderella, Uyuyan Güzel gibi masallarla büyümüş, kabarık muhteşem elbiseler giyerek, beyaz atlı prensiyle upuzun, mutlu bir hayat süreceği hayalleriyle bugüne gelmiş bir kız çocuğu olarak Disneyland'e taptım diyebilirim. Her şeyin masallardaki kadar naif olmasını, iyiyle kötünün gerçek hayatta da kesin çizgilerle ayrılmış olmasını ne kadar isterdim. 



Bizim gittiğimiz haftasonunun tek olumsuz yanı havanın gerçekten soğuk ve hafif de olsa yağışlı olmasıydı. Bu kötü hava bile çok rağbet edilen aksiyonların önündeki kuyruğa engel olamamıştı o başka. Ama yazın gitsek nasıl bir kuyruk beklerdik hayal bile edemedim. Tavsiyem Fast Pass adıyla işleyen şahane sistemden faydalanılması yönünde. Yoksa 3 dakikalık bir aksiyon için 75 dakika kuyruk beklemek gerekebiliyor.

Ayrıca yemek saatlerini ve mekanını dikkatli seçmekte fayda var zira 1.5 saat kadar fast food sırası bekledik ve ne yazık ki yediklerimiz olağanüstü şirin olmasına rağmen midelerimize dokundu. Soğuk olduklarını belirtmeme gerek yok sanırım...



DisneylandPark'ta her aksiyonun çıkışında mutlaka bir mağaza bulmak mümkün. Peluş oyuncaklardan kostümlere, kırtasiyeden mutfak malzemesine, magnetlerden puzzlelara aklınıza gelebilecek ya da gelemeyecek her şey mevcut. Sadece benim boyuma uygun prenses elbisesi bulamadığım için biraz bozuldum ama ilerde kızım olursa mutlaka alacağıma eminim -kendimi tanıyorum!-

DisneyStudios ise o kadar mağazayla dolu değil. Ama parkların çıkışında bulunan Disney Village'da restoranlarla birlikte oldukça geniş mağazalar da var. Yani beğendiğiniz bir şeyi ilk gördüğünüz anda alıp sırtınızda taşımanız şart olmamakla birlikte çizme gibi numaralı ürünleri bulamama ihtimalini de akılda tutmakta fayda var.

Disneyland'de her zaman bir aksiyon bulmak mümkün Halloween, Easter vs gibi. Ama üşümekten yana problemi olmayanlara Christmas temasını yakalamalarını tavsiye ederim. Sürekli fonda çalan Jingle Bells eşliğinde dev yılbaşı ağacının ışıklarını yakma töreni gibi acayip keyifli atraksiyonlar var ki ben 5 yaşında falan olsam ağzım bu kadar açılabilirdi. Disney logosunda yer alan şatonun ışıklandırılmışından bahsetmiyorum bile...



Korku teması da eksik kalmamış Disneyland'den. Londra ve Amsterdam'da karşımıza çıkan Dungeon'lardan sonra Disneyland'de de gördüğüm kadarıyla en çok kuyruk, korkmayı vaad eden aksiyonların önündeydi. Bana da bir şeyler oldu, bir adrenalin bağımlısı oldum çıktım. Hani nerede ters dönen bir roller-coaster, ben en ön sırada! Yaşlılık depresyonuna mı giriyorum nedir?



Disneyland ziyareti için benim naçizane tavsiyem şudur: Çocuk sahibi olmadan bir kere gidilmeli, içimizde bir yerlerde saklanmış olan çocuk sonuna kadar şımartılıp mutlu edilmeli, çocuk sahibi olduktan sonra da ilkokula başladığında götürülmeli. Çünkü öbür türlü hatırlamayacağı ve tam olarak anlamayacağı bir etkinlik olmaktan öteye geçemiyor Disneyland. Bizzat gözlerimle görüp bebeklerinin peşinde koşmaktan helak olmuş annelerle konuşmalarımdan öğrendiğim budur...

2 Aralık 2009 Çarşamba

En Nihayet Frankfurt

Nihayet tembelliğimi yenip blogumun başına oturabildim... Artık yoruldum sanırım, eskisi kadar yazıya motive değilim. Okumak için her gün giriyorum neredeyse ama resim yüklemek, yazmak falan zor gelmeye başladı. Bir de geri sayıma başladık ondan da olabilir.

Gelelim Frankfurt'a... Kocamın akrabaları olduğu için hep gündemimizde olan ama bir türlü denk getiremediğimiz için Kasım'a sarkan bir seyahat oldu. Bir de Brüksel'e 4 saat mesafede olduğu için konaklamalı yapalım bu seyahati dedik. Cuma geceden vurduk kendimizi yollara. Frankfurt'a vardığımızda 10:30 olmuştu bile ve kocim o sabah da kargalarla beraber uyanıp işe gitmiş olduğu için yorgundu. Ben de Frankfurt gece hayatını keşfetmektense p.poyu devirip yatmayı tercih ettiğim için 11:00'de uyuduk biz :D Ne biçim turistiz bilmem...

Biz bu Avrupa gezilerimizde büyük şehirlerden ziyade küçük kasaba, köy gibi kırsal alanları gezmekten daha çok mutlu olduğumuzu keşfettiğimiz için Frankfurt'a 1 gece ve yarım gün ayırmıştık. Akraba ziyaretini de dahil edip öğleden sonra yola çıkmayı planlamıştık. Günler bu kadar kısa olmasa aslında plan şahaneydi de yola çıktığımızda hava kararmaya başlamıştı bile...


Frankfurt çok genel bir isimmiş gibi Almanya'da iki adet Frankfurt şehri bulunuyor. Frankfurt Am Main (yani Main nehri boyundaki) bizim gittiğimiz. Aslında benim hedefim Frankfurt'un kendisinden ziyade Moselle ve Rheine Vadilerinde vakit geçirmekti. İki nehir boyunca harika bir doğa, kiminin kalıntıları kalmış olsa da görülmeye değecek şatolar, kaleler var. Zaten bu gezindiğimiz kıta oldukça yaşlı olduğu için ne yana dönsek farklı yüzyıllardan resmi geçit törenleri izleme şansımız oldu. 16. yy'dan kalma şato da gezdik, 2.Dünya savaşı müzeleri de.

Cumartesi sabahı 8 gibi kalkıp Frankfurt'un merkezini gezelim dedik. Derler ki Frankfurt Londra'dan sonra Avrupa'nın finans merkeziymiş. Gündüz 2.5 milyon olan nüfus gece 500 bine inermiş. İş giriş-çıkış saatlerinde korkunç trafik olurmuş. "Mainhattan" ya da "Bankfurt" da denirmiş. Sebebi de şehrin her tarafını kaplayan dev gökdelenlermiş. Gerçekten de onca Avrupa şehri gezdik, bu kadar gökdeleni bir arada görmedik... Finans=gökdelen midir yani?



Bu modern kulelere inat çok şirin bir meydanı da var Frankfurt'un. Meydandan dışarı adımını attığın an bir zaman tünelinden geçmiş gibi oluyor insan. Biz fotoğraflarımızı çekip, turistik alışverişlerimizi yaptıktan sonra günümüze ışınlandık ve alışveriş caddesinde dolaştık.



H&M'in önündeki kuyruğu görünce şaşırdık ve kocamı orada çekim yapmaya hazırlanan bir kameramandan bilgi almak üzere görevlendirdim. Öğrendik ki o gün bir tasarımcının kolleksiyonu satılacakmış o mağazada ve sabah 6'dan beri sıradaymış millet. Güldük ve devam ettik :)



Berlin'de de hayran kaldığım mimari Frankfurt'ta da devam ediyor. Şahsen bu camlı modern tasarımların hastasıyım. Berlin'de yarım günümü bir binanın önünde 150 açıdan fotoğrafını çekerek geçirmiştim. Bunu da çekmeden geçemezdim :)



Öğlene doğru eşimin kuzenini arayıp onunla buluştuk. Ferhat Ağabey Frankfurt'a 20 dk mesafede Bad Homburg'da oturuyor ve çalışıyor. Hem ziyaret hem gezinti yapalım dedik. 2 saate kalkmamız gerektiğini söylediğimizde azıcık fırça yedik ama birlikte bir yemek yiyip bol sohbet edecek vaktimiz oldu.

3 gibi harekete hazırdık ama mevsim sonbahar, enlem kuzeyde olunca gündüz vaktimizin fazla kalmadığını farkettik. Gece Koblenz'de kalacağımız için planladığımız gibi nehir boyunca değil otobandan Mainz'a ulaştık, hızlıca içinden geçip Koblenz'e yollandık. Biraz homurdandım ben tabi. O yüzden zavallı kocim Mainz-Koblenz arasını nehir kenarından gitmek zorunda kaldı. Karanlıkta fotoğraflar bir şeye benzemediyse de biz nehrin ve atmosferin tadını çıkardık. Masal gibi yerler gerçekten...



Koblenz büyükçe bir şehir ama içini fazla gezme vaktimiz olmadı. Sadece yemek için ana caddesinde yürüdük ve şık bir restoran bulup karnımızı doyurduk. Ben restoranın sipesiyali olan bir yemek seçtim ama kocam Almancasından ne olduğunu hatırlayamadı. Sonradan bakıp öğrendik ki kaz yemişim :) Hafif sert olmakla birlikte lezzetliydi.

Ertesi sabah Koblenz'den Mosel nehri boyunca gitmek üzere yola çıktık. Hedefimiz Trier üzerinden eve dönmek ama yol boyunca gezebileceğimiz küçük şehirleri de görmekti. Kaynak kitabımızın bahsettiği bir-iki küçük şehir içinden Cochem'i seçtik ve ne kadar doğru bir tercih yaptığımızı daha şehre girerken anladık.


Cochem öncesi ve sonrası yol boyunca üzüm bağları bize eşlik etti. Bir çok küçük şehirde tadım yapıldığını da öğrenmiştik ama çok hızlı bir tempoda gezdiğimiz ve arabayı sadece koca kullandığı için (ehliyetimi değiştirmediğim için risk almamak adına) tadımı es geçtik. Kitapta yazan komik bir anekdotu aktarayım: şarapçılık ve üzüm üretimi bu bölgede çok yaygın olduğu ve üzüm bağları da hep eğimli arazilerde olduğu için bölge halkının bir bacağı doğuştan kısa olurmuş... :)



Cochem bir teleferik ve şahane bir şatoyla beni fethetti. Teleferikle çıktığımız tepeden nefis manzara resimleri çekip donan kemiklerimize sıcak çay takviyesi yaptıktan sonra şatoya yollandık.


Reichsburg Şatosu'nun tarihi MS 1000'e kadar dayanıyor. Ama arada defalarca el değiştirip 1689'da da Fransızlar tarafından yok edildiği için bugün gezilen şato 1868'de Berlin'li işadamı Ravené tarafından aslına uygun inşa edilmiş olanı. İçinde Barok ve Rönesans dönemlerinden kalma pek çok mobilya/dekorasyon bulunuyor. Detaylar şatonun web sitesinde mevcut.




Cochem'den sonraki hedefimiz Trier olduğu ve hava kararmadan varmak istediğimiz için daha fazla oyalanmadan yola koyulduk. Trier en çok 2. yy'dan kalma Roma kapısı Porta Nigra ile ünlü. Sanıyorum kapının yanında da bir şehir müzesi var ama biz 5 gibi vardığımız için gezemedik müzeyi. Kapının fotoğraflarını çekip yürüyüş yaptık, yemek yedik ve yola çıktık. Ama hem kitapta yazdıklarından anladığımız hem de çevrede gördüklerimiz bize bu şehirde oldukça derin bir Roma tarihi yattığını fısıldadı. Son olarak Karl Marx'ın Trier doğumlu olduğu ve özellikle Çinli turistlerin akın akın Karl Marx Haus Müzesine geldiklerini de dip not olarak düşelim...



Yazarken yoruldum, gezerken n'oluyorum hayal edin artık... Yok yok, artık eve dönme vakti geldi sanırım. Daha fazla gezecek gücüm kalmadı... Şımarık mıyım neyim??