24 Temmuz 2009 Cuma

Kuzey İsviçre'de Mor İnek Peşinde

Belçika'yı sevme nedenlerimden biri tatillerinin pek bol olması! Mesela perşembe gününe denk gelen bir dini tatil ve cumartesiye denk gelen bir başka dini tatil var diyelim. Hemen "bridge" yapıp cumayı da tatil ediyorlar ve cumartesi kaynayan tatil hakkını çalışana veriyorlar. Biz tatil haklarımızı yılda bir ya da iki kez dokuzar günden kullanırken bunlar nerdeyse ayda 1 kez 4 gün olarak kullanıyorlar. Hangisi daha iyi tartışılabilir. Biz Avrupa'ya nispeten uzak olduğumuz için 9 gün tatilde daha rahat tatil planı yapabiliyoruz. Ama burdakiler hemen valizleri toplayıp karavanlara doluşuyorlar ve yakın başka bir ülkeye gidiyorlar. Arabaların ya da karavanların arkalarında bisikletler, kayak takımları, kanolar... neler neler... öyle acayip aygıtlar var ki bunları taşımak için. Arabasıyla arazi jipi çekeni bile gördük. Hangi dağa gidiyorsa artık?!
İsviçre "Must Go" listemin ilk 10'unda yer aldı her zaman. Hakkında sahip olduğum bilgilerden çok kelimelerim vardı: Zengin, yeşil, tarafsız, çikolatacı, inekli, dağlı, karlı... Çok bütünlük sağlayan kelimeler olmamakla bile Milka reklamlarında otlayan mor ineğin fonundaki dağları görmek, sahip olmaktan çok seyretmeyi sevdiğim lükse bakmak, gerçekten mor inekler var mı keşfetmek istiyordum. İtiraf edeyim Türkiye'den gidecek olsam ilk gideceğim ülke olmazdı. Kuruş kuruş hesapladığım paramı İtalya, İngiltere, Fransa ve hatta Amerika'dan yana kullanırdım sanırım. Ama benzin beleş, ülke 6 saat uzaklıkta olunca hooop üst sıralara taşıyıverdim İsviçre'yi.

21-24 Mayıs'ta yine bir “bridge” hakkımızı kullanarak kuzey İsviçre'ye yollandık. Plan Basel, Bern ve Zürih'i görmek arada da atraksiyonlar bulmaktı. Bu 3 şehir birbirine yakın olmakla birlikte bir üçgenin 3 ayağı gibi oldukları için ortada bir yerlerde bir İbis bularak mesafeleri kısaltmaya çalıştık.

İlk gün yola çıkıp Lüksemburg ve Fransa üzerinden Basel'e ulaştık. Yolda Lüksemburg merkeze ve Fransa'nın Strazburg şehrine girip hem mola verdik hem de yol üstündeki bu şehirleri de kabaca gezmiş olduk. Basel'e vardığımızda öğleden sonra olmuştu bile. Hızlıca merkezde bir tur atıp yemek yiyebileceğimiz bir yer aradık. İtalyanların dünya mutfağını kurtarmış bir millet olduğuna inancım burada bir kez daha arttı ve yiyecek hiç bir şey bulamadığımızda yaptığımız gibi İtalyan restoranına oturup pizza-makarna sipariş ettik. Biz sokakta tentenin altında yemek yerken İsviçre başımızdan aşağı öyle bir hoşgeldin yağmuru boşalttı ki içeri nasıl kaçacağımızı bilemedik! Basel küçük bir şehir olduğu için çok fazla bir iz bırakmadı bizde ama temiz, bakımlı İsviçre'ye gelmiş olduğumuzu hissettik.
Internet'ten yaptığım didiklemeler sonucu Pilatus isimli bir dağın zirvesine dünyanın en dik treniyle çıkıldığını ve tepede şahane manzaralar olduğunu öğrenmiştim. İkinci günümüzü Pilatus ve yakın bir şehir olan Lucern'e ayırmaya karar verip Pilatus'a yollandık. Zaten tur Lucerne'den kalktığı için arabamızı oraya bırakıp 1 saatlik tekne gezisiyle trenin kalktığı yere ulaştık. Tekne gezisi başka limanlara da uğrayıp yolcu aldığı için epey uzun sürdü. Bana da blog için çok güzel fotoğraflar yakalamak ve gölün keyfini çıkarmak düştü.
Pilatus dağı 2132 metre yüksekliğinden çok %48 eğimle zirveye çıkabilen treniyle meşhur! Lucerne gölünün yanıbaşında, bol manzaralı ve her yaştan ziyaretçi için bol atraksiyonlu bir zirve. Biz karı-koca yaşlı bir çift olduğumuz için trenle zirveye çıkıp, turist patikalarında dolaşıp, dağın öbür tarafından kocamın pek hoşlanmadığı teleferikle aşağı inecek kadar heyecana ortak olduk. Bu ziyaretimiz sırasında sarp kayaların arasındaki parkurlardan aşağı doğru bisikletleriyle inenler, olmayan patikalar boyunca trekking yapanlar, dağın çeşitli yerlerindeki parklarda iple tırmanmaca, kızakla kaymaca yapan çılgınlar da gördük ama görmemiş gibi yaptık! Temiz dağ havası alıp 250 kadar resim çektikten sonra bulutların içinden teleferikle aşağı indik ve Lucerne şehir merkezini ziyaret ettik.
Lucerne’de en çok hoşuma giden Kappelbrücke (Chapel Bridge) isimli enteresan köprü oldu. 1333 yılında yapılan köprü 1993 yılındaki yangına kadar dayanmış. 93’teki yangın %80’ine zarar verdiği için komple elden geçirilip restore edilmiş. Şirin Lucerne’e orta çağ havası katan bu yaşlı ama estetik köprüde yürüyüp şehri seyrettik. Karnımız acıkınca da köprünün yakınında bir İtalyan restoranı bulup oturduk. :)
Ertesi sabah herkesin "İsviçre'nin köylerini görün" ısrarlarını gözönünde bulundurarak GPS Lady'miz Jane'e bizi yan yollardan Interlaken'e ulaştırmasını tembihleyip yola çıktık. Jane bizi gerçekten köylerden götürdü ve doyumsuz manzara eşliğinde doyumsuz inek ve gübre kokusunu içimize çekmemizi sağladı! İsviçre ile ilgili aklımda en çok yer eden tartışmasız mis gibi inek kokusu oldu!

Interlaken “Göller arası” anlamına geldiği için merakımı cezbetmişti. Nitekim gerçekten de göller arasında muhteşem küçük kasabalardan oluşan bir bölge olduğunu kiraladığımız bisikletlerimizle 25 km’lik bir tur yaparak keşfettik. Kocamı fotoğraf çekmek için çığlıklar eşliğinde zırt pırt durdurup güneşin altında beklettiğim anlar sayılmazsa çok huzurlu bir bisiklet turu yapıp enerji depoladığımızı söyleyebilirim. Yarım günlük Interlaken gezimizin ardından sırada başkent Bern vardı.

Bern’de ilk durağımız her zamanki gibi Tourist Info bürosu oldu. Elimizdeki map’i takip ederek Bern’i yürüyerek gezdik. Bir başkent için oldukça küçük olan Bern İsviçre’nin geleneksel nehir, orman, dağ üçlüsünden nasibini almış güzel bir şehir. Bir Paris, Londra olmamakla birlikte kendine has güzellikleri olan, dinlendirici bir başkent. Bern’de daha çok detaylara takılıp onları fotoğraflamam bundan olsa gerek. Ortalıkta kostümlerle gezen bu teyzelerden çok sayıda gördüğümüz için o gün bir etkinlik olduğu fikrine kapıldıysak da şehirde herhangi bir harekete denk gelmedik. Bern’de bir değişiklik yapıp yerel yemeklerden yemeğe karar verdik ve bir restoranda Peynir fondü ile Rösti denedik. Ne yalan söyleyeyim bu eritme peynirleri lezzetli ama pek ağır kokuyor! Yine de denemek için güzel seçimlerdi...
İsviçre'de beklediğimin altında bulduğum tek yer Zürih'ti. Bern'in Ankara gibi bir başkent olduğunu düşünüp ünü çok daha fazla olan Zürih'i İstanbul'a benzetmiş, son günümüzde çok eğleneceğimizi hayal etmiştim. Açıkçası dört gün üstüste göl kenarına kurulmuş büyük, temiz ve düzenli şehirleri gezince onlardan biri olmanın dışında çok fazla etkilemedi beni Zürih.
4 günümüzü mor inek peşinde geçirip evimize doğru yola koyulduğumuzda, İsviçre'ye gidip de bir kutu İsviçre çikolatası almamış olduğumuzu farkettim. Eve gelip Milkalarımdan birini afiyetle mideye indirirken bir dahaki sefer için kendime söz verdim...

22 Temmuz 2009 Çarşamba

Doğum Günü Kutlamaları Kapsamında Amsterdam ve Keukenhof

Doğum günümün üzerinden 2.5 ay geçti, yazısını yazmak temmuza kısmet oldu. Pencereden bakıyorum da dışardaki kara bulutlar ve sürekli, bıkmadan yağan yağmur Mayıs ayındakinden pek de farklı değil. Hatta doğum günüm şerefine güneş bulutları sağa sola itekleyip biraz yüzünü gösterme fırsatı da bulmuştu o hafta sonu!
Ekim'de Brüksel'e yerleşip Mayıs'a kadar 2 saat mesafedeki Amsterdam'a hiç gitmemiş olmamız ilk başta enteresan gelmişti bana. Genelde bu civarda yaşayanların Paris'ten sonra ilk durağı Amsterdam oluyor çünkü. Hatta her hafta sonu Amsterdam'a gidenler bile var. Belki de Keukenhof denen lale bahçelerinin açılış tarihine denk getirmek için bilinçaltından erteledik hep. Neticede 2 Mayıs'ta Keukenhof, doğum günüm olan 3 Mayıs'ta ise Amsterdam'daydık.
Keukenhof yılda bir kere Nisan-Haziran arasında açılan ve benim kişisel cennetim olarak seçtiğim dev bir çiçek bahçesi. Hollanda'nın Osmanlı'dan çaldığı lale sanatını konuşturduğu, üstüne türlü türlü bitkilerle zenginleştirip, müzesini, sergisini, aranjmanını, peyzajını yerleştirdiği muazzam güzellikte bir bahçe. Emirgan'daki lale festivaline gidip de beğenen arkadaşlara Keukenhof'un web sitesini gezip, 2010 için kendilerine tatil planı yapmalarını tavsiye ederim.
Keukonhof Flamanca'da "kitchen garden" yani "mutfak bahçesi" anlamına geliyor. 15.yy'da bölgenin sahibi olan Jacqueline of Wittelsbach bu el değmemiş doğal toprakları avlanma ve mutfak için taze bitki toplama alanı olarak kullandırırmış. 1949 yılında ilk defa halka açılan Keukenhof bugüne kadar 43 milyonun üstünde ziyaretçi almış. Açık olduğu 8 haftada ortalama 800.000 ziyaretçi alıyormuş. Her yıl bir tema üzerinden yeniden peyzaj çalışması yapılan bahçelerin bu yılki teması New York & Amerika idi.
Bahçeleri gezerken alttaki fotoğrafın bulunduğu kısma geldiğimizde eşime "Cennet sanıyorum böyle bir yer olmalı" dediğimi hatırlıyorum. Yeşilin üzerine öbek öbek yerleştirilmiş rengarenk çiçekler, su ve kuşların cıvıltısı insana nasıl bir ferahlama duygusu veriyor anlatamam. Aynı zamanda da doğanın güzelliğine ve insanın doğayı bu kadar mükemmel şekillendirebilmesine olan hayranlık gözlerimin dolmasına sebep oluyor. Demek ki istesek bütün dünyayı bu hale getirebiliriz...
Hollandalıların peyzaj konusunda çok ama çok başarılı olduklarını söyleyebilirim. Dekoratif bahçelerin yanısıra kullandıkları küçük detaylar da çiçeklerin güzelliğine güzellik katıyor.
Keukenhof'un içinde bulunan tarihi yel değirmeni de bir asır görmüş. 1892 yapımı olan değirmen 1957 yılında Keukenhof'a bağışlanana kadar su çıkarma işlevi görüyormuş.
Keukenhof'ta kendimi kaybedip 300'den fazla fotoğraf çektiğim ve günü orada tükettiğim için Amsterdam'a geçemeden eve döndük. Aldığım en güzel doğum günü hediyelerinden biriydi diyebilirim. Çiçek sevenlere şiddetle tavsiye edilir. Lale dışında Lilyum ve Orkide için sergi holleri de bulunuyor ve hayatımda görmediğim çeşit ve sayıda çiçek muhteşem aranjmanlarla bu hollerde sergileniyor. Her zevke hitap ediyor yani...
Amsterdam'a gelince... Amsterdam bana, genç görünmek için frapan giysiler giyip parlak renklerle makyaj yapmış, saçlarını turuncuya boyamış çok yaşlı bir kadın gibi göründü. Aslında özünde oldukça sakin, huzurlu, şirin bir şehir olabilecekken tursit çekme yarışına katılabilmek uğruna feda edilmiş gibi hissettim. İnanılmaz sayıda backpacker'ın bulunduğu, marjinal kalabalıkların, çocuk yaştaki gençlerin, genç görünmeye çalışanların ve sıradan Hollandalıların bir arada yaşamaya çalıştığı kimliksiz bir şehir...
Belki de Amsterdam'a gitme yaşını geçirmiş olduğum için Red Light District, buram buram ot kokan Coffee Shop'larla dolu sokaklar, seks & haşhaş müzeleri, meydanda gösteri yapan transeksüeller ve onların çevresinde dolaşıp yüksek sesle onları kiliseye ve Tanrı'nın yoluna davet eden gönüllüler merak ve heyecandan çok acıma duygusu uyandırdı bende. Kocamın eline daha sıkı sarılıp sahip olduklarıma şükrettim. Ve kalabalıktan uzaklaşıp arka sokaklara, lokal insanların yaşadığı bölgelere girip Amsterdam'ı sevmeye çalıştım.
İlk defa gittiğimiz tüm büyük şehirlerde yaptığımız gibi otobüs turuna kendimizi attığımızda kulaklığı takarken Türkçe'nin de seçenekler arasında olduğunu görmek Amsterdam'a bir puan kazandırdı :)
Gittiğimiz mevsim itibariyle Amsterdam kocaman bir kar küresi gibiydi. Her rüzgar estiğinde ağaçlardan yollara, kanallara, insanların üzerine yağan küçük kuru yapraklara bayıldım.
Daha sonra çıktığımız tekne turunda anlatılanlara göre Amsterdam'da 100'den fazla kanal, 1000'den fazla köprü bulunuyormuş. Kanalların kimi doğal, kimi ticareti kolaylaştırabilmek için sonradan insanların açtığı kanallarmış. Günümüzde de hala bazı kanallar kapatılıp kurutulabiliyor, yeni kanallar açılabiliyormuş. Benim en çok hoşuma giden kanal boylarındaki tekne-evler oldu. Belediye tarafından su, elektrik ve gaz bağlantısı da yapılan bu tekne-evler dünya savaşı sırasında konut sıkıntısı çekilince ortaya çıkmaya başlamış ve hala kullanılmaya devam ediyor. Bir tanesi müze olarak gezilebiliyordu ama biz gittiğimizde kapalıydı, o yüzden hala merak ediyorum içlerini...

Amsterdam'daki evlerin neredeyse tamamının cephesi yamuk yumuk, her an öne ya da yana doğru yıkılıverecekmiş gibi. Çok acayip!

ve bisikletler... O kadar çok bisiklet var ki... Bu insanlar bisikletlerini nasıl buluyorlar çok şaşırıyorum. Bazen tuhaf tuhaf fikirler geliyor aklıma. Mesela gökyüzünden bir mıknatıs uzatılsa dünyaya, en çok metal Amsterdam'dan yükselir herhalde! Her yer alt alta üst üste bisiklet dolu. Hayatımda çok katlı bisiklet otoparkını ilk defa Amsterdam'da gördüm ben!!


Amsterdam'a doğum günümden sonra iki kere daha gittim. Her ikisinde de aynı hüzün, dışlanmışlık duygusu beni terketmedi. Ya Amsterdam için çok yaşlıyım ya da Amsterdam kendini yaşlı hissetmemek için benimle arkadaş olmayı istemedi. Her iki şekilde de Amsterdam benim için bitmiştir! bi daha da gelmem Amsterdam'a !! :))

2 Temmuz 2009 Perşembe

Türk-Çinli Ev Hanımları Altın Günü

Fransızca kursum Birleşmiş Milletler toplantıları tadındaydı. Dünya'nın çeşitli ülkelerinden gelen delegasyonla birlikte Fransızca'nın sırlarını çözmeye çalışıp, bir dilin daha ne kadar zorlaştırılabileceğini sorgulardık. Katılımcı ülkeler sırasıyla: İran, Irak, Suriye, Ermenistan, Kırgızistan, Fas, Çin, Japonya, Tayland, Vietnam, Hırvatistan, Yunanistan, İtalya, Polonya, Arnavutluk, Kolombiya, Brezilya ve Türkiye. Sanırım arada unuttuğum 1-2 ülke daha olabilir.
Ne kadar şanslıyım ki kursun ilk günü yanına oturduğum minyon, sevimli kız Türk çıktı! İstanbul'dan benim gibi beyinin peşine takılıp gelen göçmen İlke ile o kadar iyi anlaştık ki kursta herkes bizim daha önceden arkadaş olduğumuzu zannetmeye başladı! Bu kaynaşma durumunun Türk olmakla çok yakında ilgisi olduğunu yanımızda oturan Çinli arkadaşımız Ting Ting (Tintin şeklinde okunuyor) kendi memleketinden katılımcılarla değil de bizimle takılmaya başlayınca farkettim. Türk olmak demek mıknatıs gibi kendi toprağını çekmek, hemen kırk yıllık dost olabilmek ve bir daha hiç görüşmesen de o sıcaklığı koruyabilmek demek sanırım.
Arkadaşlıklardan yana her zaman şanslı olmuşumdur (tahtaya vuralım!). Girip çıktığım her okuldan, şirketten, kurstan 1-2 yakın arkadaş edinir ve onları hep hayatımda tutmaya çalışırım. Ve karşıma öyle insanlar çıkardı ki hayat, nefret edip ayrıldığım işyerlerime bile onları bana tanıştırdığı için teşekkür etmek zorunda kaldım.
Ting Ting bir gün kursta bizi akşam yemeğine çağırdı ve dedi ki "kocalar gelmesin, sadece kızlar olalım, ben size Çin yemeği pişireyim!" Çinli kızların tamamının 14 yaşına kadar çok iyi yemek yapmayı ve dikiş dikmeyi öğrenmek zorunda oldukları, yoksa koca bulamayacakları bilgisini de aldıktan sonra bir Çinlinin evinde Çin yemeği yemek fikri çok cazip geldi! Bir çarşamba akşamı 5'te kurstan çıkıp üçümüz Ting Ting'in evine gittik ve hep beraber şahane mamalar pişirdik. 1 saatte 4 çeşit yemek, 1 salata çıkarabilen arkadaşımın Belçikalı koca bulmasına hiç şaşırmadım!
Ve evet, çorba dahil olmak üzere herşeyi chopstick'lerle yedik! Rejim için bire bir! 10 dakikada yiyeceğin yemeği 1.5 saatte yiyorsun!
Mart'ta Ting Ting'e gittikten sonra Nisan'da baharın tadını doyasıya çıkarmak için İlke bizi 5 çayına davet etti. Yemyeşil bahçede oturup Türk usulü dedikodu yapmak 6 ay Belçika'da arkadaşlarından uzak yaşayan biri için ağlama sebebidir! Brüksel'e yarım saat uzaklıktaki küçük üniversite şehri Leuven La Neuve'de oturan İlke'ye toplamda 1 saatlik metro+tren yolculuğuyla ulaşabildim. Küçücük çarşısını şöyle bir turlayıp, şehrin kendisinden büyük olan gölünün çevresinde yürüdük ve eve yollandık.
Canım arkadaşım patates salatası, milföy börek, kek gibi altın günlerinin vazgeçilmez mamalarından yaptı bana. Hava çok sıcak olduğu için çay içmedik ama buz gibi nefis elma suyu ikram etti.
Bahçede çimenlere bakıp, kuşların cıvıltısını dinleyerek yedik, içtik, kurstakileri çekiştirdik. Türk olmanın ve bu sıcaklığı paylaşabilmenin keyfini çıkardık. İlke olmasa şu an sıkıldığımdan çok daha fazla sıkılır, memleketi daha çok özler, kocama daha çok yapışır ve bunaltırdım. Bu anlamda evliliğime de destek oldu diyebiliriz :)


İlke'cim, bu yazıyı Brüksel'deki 5 ayımızın anısına sana armağan ediyorum :) Beni zorla motive ettiğin ve ite kaka 2. kuru bitirmemi sağladığın için sonsuz teşekkürler! Merci bien ma chérie :))