Türk olmak zor iş! Ya da belki Avrupalı olmamak zor demeliyim! Türk olarak Avrupa'da yaşamak da tahmin ettiğimden daha zor çıktı. Belçikalılar İngiltere'ye Amerika'ya ve bizden vize talep eden bilumum ülkeye ellerini kollarını sallayarak son dakikada karar verip gidebilirken biz 3 gün Londra'yı gezebilmek için 2 ay önceden vize işlemlerine başladık. Vize kuyruğunda Çinliler, Zenciler bi de biz vardık! Kalın camların arkasından bize bakıp ülkesine gitmemizin sakıncalı olup olmadığına karar vermeye çalışan, 10 parmağımızın izini bilgisayarda taratıp bizi fişleyen, verdiğimiz vesikalık fotoğraflar yetmezmiş gibi bir de o anda dijital fotoğrafımızı çeken İngiliz görevlinin neden birinci dünya vatandaşı sayılırken, benim üçüncü dünya vatandaşı sayıldığımı bir türlü aklım almadı. İnsanda olmayan bir öfke yaratmayı, kendilerinden nefret ettirmeyi gerçekten başarıyorlar!
Ulaşım aracı olarak uçak, araba, feribot ve tren alternatiflerinden treni seçtik. Nedenleri sıralayalım:
- Arabayla geçip sağdan akan trafikte arabayı kullanmaya çalışmak 3 gün için fazla zahmetli olacaktı (tamam tamam tırstık da diyebiliriz!!)
- Araba ile geçmek için feribota binmek lazım, ki feribot pek pahalı!
- Brüksel-Londra uçuşları çok pahalı! Treni promote etmek için midir nedir?
- Tren Manş'ın altından geçiyor, heyecan olur, hem 1 saat 45 dakikada şehrin merkezinde, e bi de ne zamandır trene binmemiştik...
dedik ve biletleri aldık internetten! Eurostar'la gidip geldik, gayet de memnun kaldık! Arabayla ya da uçakla çekilecek eziyet değil gerçektende!
Otel olarak her zamanki gibi Ibis tercih ettik! Standart temizlik, standart mobilyalar, standart hizmet. Gece yarısı girip sabahın köründe terkettiğim odaya yüzlerce Euro vermek içimden gelmiyor. Temiz olsun yeter! Sağolsun İngiliz Ibis sabah 10'da bavulumuzu teslim alıp geç giriş garantisi verdi ve geceyarısı otele döndüğümüzde bize Suit oda verip bizi dumur etti :) Seviyorum şahsen :)
İngiltere'ye ilk defa 16 yıl önce temmuz ayında gelmiştim. Hiç durmaksızın yağmur yağmıştı 3 hafta boyunca. 16 yıl sonra yine gri, yine ıslak ama keyif kaçıracak kadar yağmurlu değildi.
İlkbaharın kokusu Londra'yı da sarmış, çiçekler, çimenler, ağaçlar yeşermiş, İngilizler kısa kolluları giymeye başlamış! Yazık valla, istediğin dünyanın vatandaşı ol, benim memleketimin karı ayrı güzel, denizi ayrı güzel, baharı ayrı... Bulutların arasından güneş görününce açılıp saçılmalarını küçükken hiç anlamamıştım, bu sefer hain bir gülümseme eşliğinde soluk benizlerini seyretmenin keyfini çıkardım :)
Londra kapsam olarak Paris'i anımsattı bana.
Derin ve zengin bir tarih, mimari ve kültürel zenginlikler, gez gez bitmeyecek klasik-modern müzeler, bol gösteri salonu, parklar, şehri ikiye bölen bir nehir, üstünde çeşit çeşit köprüler... İki şehrin de tadını çıkarabilmek için bir süre yaşamak lazım gibi geldi bana.
Turist kafileleriyle oradan oraya sürüklenir, kısacık zamana heryeri sığdırmaya çalışırken asıl yaşamaktan keyif alacağım detayları kaçırıyorum sanki!
Uzun uzun Londra anlatacak değilim, internette yeterince bilgi var Londra hakkında. Sırayla gittiğimiz, gördüğümüz, sevdiğimiz yerleri-şeyleri aktarıp resimlerle pekiştirelim, balık hafızamıza bir çentik atmış olalım...
İlk gün metroyu tanıma, en ucuz ulaşım şekillerini keşfetme ve otele bavulu terketme seremonilerinden sonra kendimizi Picadilly Circus'a attık. Eros heykeline merhaba dedik ve kırmızı telefon kulübelerinde resim çektirdik.
Işıklı dev panolardaki reklamlara baktık, fotoğraf çekilenleri seyrettik. Kırmızı çift katlı otobüsleri ve birinin üzerindeki "Explore Turkey" reklamını görüp mutlu olduk! Nereye gitsek karar vermeye çalışırken acıktık ve birer sandviç kaptık. İlk defa gittiğimiz şehirlerde City Sightseeing turlarına binmeyi adet edindiğimiz için birinden bilet alıp otobüsün açık üst katına oturduk - ve donduk! Şehrin bazı caddelerinin kapalı olduğunu, Sri Lanka'da Tamillere karşı soykırım yapıldığı için protesto yürüyüşü yapılacağını da bu sırada öğrendik. Otobüsten indikten sonra gördüğümüz protestocular o kadar kalabalıktı ki Londra'da adını ilk defa duyduğum Tamillilerin ne kadar çok olduğunu şaşkınlık, hayret ve biraz da utançla farkettim. Dünyadan bihabermişim - kocam öyle diyo!
Şehri çepeçevre dolaştıktan sonra bindiğimiz yerde indik ve yürüyerek dolaşmaya başladık.
Kayınpederimin Çark-ı felek tabir ettiği London Eye'a yürüyerek gittik. Çok yükseldiği için başta gönülsüz olan kocamı dönmedolaba benzemediği, etrafımızın kapalı olduğu vs gibi teselli/yalvarma cümleleriyle ikna edip sıraya girdik. Londra'da bizi en çok yoran müze / atraksiyon kapılarında beklediğimiz kuyruklar oldu! London Eye teknolojik bir dönme dolap, mutlaka bir kez binmek lazım! Şehri tepeden görmek için ideal!
London Eye'dan sonra tur biletimize dahil olan Tekne turu için nehrin karşısına geçtik. Otobüsle arkalarından gördüğümüz kimi binaları bu sefer de nehir yönünden görmüş olduk. Her zaman öyle mi bilmiyorum ama Thames nehri kahverengi, bulanık, pis görünüyordu. İstanbul'un maviş maviş parlayan sularını daha bir özledim nehre baktıkça...
Tekne turu bittiğinde Londra'yı havadan (London Eye), karadan (double-decker bus), denizden (cruise) ve yer altından (metro) fethetmiş bulunuyorduk! Çılgın turist sıfatımızı bir yana bırakıp azıcık sosyalleşmeye karar verdik ve kocamın İstanbul'daki şirketinden arkadaşı Erkan'ı aradık. Bir süredir kız arkadaşıyla Londra'da yaşadığı için kendimizi ona teslim edip doğu Londra sokaklarında gezmeye başladık. St Katharine Docks olarak adlandırılan marinayı gezip hayran kaldıktan sonra bizi evlerine davet ettiler ve kahve-browni ikram ettiler! Ardından Karındeşen Jack'in barında birer bira içmeye gittik! Bu barı gelmeden önce Pınar'ın blog'unda okuduğum için biliyordum. Bilmek isteyenler için:
Ten BellsSırada Yapı Kredi'den tanıdığım, benden hemen önce ayrılıp Londra'ya yerleştiğini bildiğim, facebook ve blog sayesinde haberleşip takip edebildiğim Pınar ve eşi Emre vardı! (Türküz işte, her gittiğimiz yerde sıcaklık, sohbet, hey gidi günler muhabbeti yapacak bir nefes arıyoruz!) Pınar ve eşi de bizi Covent Garden tarafında gezdirdi ve "bildiğin pub" diyebileceğimiz türden bir pub'da bira ısmarladılar! Bol gürültülü, Kızlı erkekli kalabalık gruplarla dolu, kocaman bardaklarda biraların gidip geldiği ama asla sigara dumanının olmadığı geleneksel bir pub!
İstanbul'da barların sigaradan arındırılamayağına olan inancım biraz kırıldı doğrusu. Demek ki isteyince olabiliyor. Ben saçım, üstüm başım kokmadan bir pub'dan çıktığıma inanamazken başka bir bara geçtik. Paskalya tatili olduğu için sanıyorum barlar pek boştu. Bir kaç arkadaş grubu dışında kimsecikler yoktu. Biz yine de kendi kendimize eğlendik, bir sürahi Long Island Ice Tea içtik! 12 gibi son metroya yetişmek için bardan ayrıldık ve Pınar'la vedalaşıp otelimizin yolunu tuttuk...
İkinci gün şehre biraz daha hakim, Pınar'ın verdiği tavsiyerler sayesinde daha planlı programlıydık. Sabah 10.30'da Buckingham Sarayında nöbetçi değişim törenini seyretmeye gidelim dedik.
Biz gittiğimizde kalabalık yavaş yavaş gelmeye başlamıştı. Meğer tören 11.30'daymış! Biz de 1.5 saat ayakta dikilip beklemek zorunda kaldık ve daha o saatte enerjiyi tükettik! Toplanan kalabalığı görünce İngilizleri şehirde uçan kuşu bile bu kadar başarıyla pazarladıkları için tebrik ettim! Sonuçta olan 2 takım bando, 5 atlı süvari ve 2 tabur askerin uygun adım sarayın önüne gelip kılıç ve sancak değiş tokuşu yapmasından ibaret olsa da bizim gibi meraklıları koca meydana toplamayı başarmak da bir pazarlama kabiliyeti!
Neticede çok yorulup uzaktan bir-iki fotoğraf ve video çekmek dışında bize fazla bir şey katmadı diyebilirim. Biz oradan ayrılırken bandolardan biri Ricky Martin'den "Livin' La Vida Loca" çalıyordu!
Madame Tussaud müzesini yıllarca önce gezmiş, kocama da mutlaka göstermek istemiştim. Saraydan çıkıp müzenin yolunu tuttuğumuzda nasıl bir kuyrukla karşılaşacağımızı bilmiyorduk tabi! Kuyruğun ucu görünmediği için ertesi sabah erkenden gelmeyi kararlaştırıp Notting Hill'e yollandık.
Hugh Grant ve Julia
Roberts'ın filminin hangi evde, hangi kitapçıda, hangi pazarda çekildiğini görmek, hissetmek istiyordum. Zira filmin müziklerinden "When you say nothing at all" düğünümüzde ilk dans şarkımız olarak bizim için ayrı bir yer taşıyor. Neyse, tabi ki filmdeki görüntüleri aramanın beyhude bir çaba olacağını çabuk farkedip hızlı bir yürüyüş yaptık ve karnımızı doyurmak için bir mahalle restoranına girdik.
Lezzetli bir fish&chips yiyip ayaklarımızın ağrısını alsın diye birer şişe bira içerken bir yandan da ekrandaki A.Villa-Everton maçının ilk yarısını seyrettik. Sağımızda solumuzda maç seyreden ve pozisyonları "aaaaaa", "uuuuu", "ooooo" gibi ünlemlerle takip eden İngilizlere bakıp eğlendik.
Gelmişken Tate Modern'ı gezmemek olmaz dedik ve yeniden Thames Nehrinin kıyısına döndük.
Yol üstünde kurulmuş antik pazarları, ekolojik marketleri, sahafları gezdik, değişik kılıklara girip çevreden geçenlerle fotoğraf çektiren tiplere baktık. Hızlıca Southbank Center'ın içinden geçtik ve kültürel atmosferi içimize çektik. Londra'lıların kültür sanat anlamında ne kadar şanslı olduğunu ve İstanbul'un bu alanda olması gerekenden ne kadar uzak olduğunu düşünüp hüzünlendim.
Tate Modern, binası, içeriği ve tarzıyla bizim okulun hayata geçirdiği Silahtarağa Müzesi - santralistanbul kampüsünü anımsattı bana. Bizimkinin Tate'ten esinlendiği muhakkak tabi :)
Modern sanatı sevmeme rağmen klasik tarafım diğer sanat alanlarında olduğu gibi resimde de ağır basıyor. Monet ve Picasso, Caravaggio, Rembrandt gibi daha eski dönem ressamlarının verdiği duyguyu vermiyor bana. Belki de anlamadığım için! Yine de gidip görmek gerekirdi, gittik, gördük!
Ama artık o kadar yorulmuştuk ki bir yerde oturup dinlenmek istedik. Şahane bir köprüden yürüyerek nehrin karşısına geçtik ve St Paul's Cathedral'in önüne çıktık. Ayin olduğu için içini fazla gezemesek de büyüleyici olduğunu söyleyebilirim. Tekrar metroya atlayıp Soho'ya gittik ve sokaklarda yürüdük. Tamamen tesadüf eseri China Town'ı keşfettik ve boylu boyunca gezdik. Bir kafeye girip bol çikolatalı tatlılar eşliğinde kahve içtik ve biraz kendimize geldik. Yavaş yavaş hava kararmaya başladığında Picadilly Circus'a geri dönüp ışıklı panonun karşısına, Eros heykelinin dibine oturup gelene geçene baktık, son gecemizin tadını çıkardık.
Üçüncü gün 7:30'a saat kurup 8'de check-out yaptık ve koştura koştura Madame Tussaud müzesine gittik! Yine kuyruk vardı ama en azından ucu görünüyordu.
Hızlı hızlı ünlüleri gezip, önlerinde fotoğraf çektirdik, Atatürk'ün heykelini göremeyip hayal kırıklığına uğradık ama genel olarak müzeyi beğendik.
Londra'daki korku tüneli-korkutma çılgınlığı bu müzeye de bulaşmış ve Scream adında yeni bir oda açmışlar. Gerçek insanlar, hapishane, zindan görünümlü odalar, yüzünüze, saçınıza değen örümcek ağı görünümlü ipler falan. Bunun dışında Londra'da 3 ayrı korku tüneli daha gördüğümüz için özel olarak müzenin bu bölümü ilgimizi çekti!
M.Tussaud'dan sonra 1 ay önceden satın aldığım Royal Opera House'taki Giselle balesi için Covent Garden'a koştuk. Londra'ya gelmişken bir müzikale gitmek gerekirdi ama maddi olarak çok sarsılabilirdik. En ucuzundan -ki bale biletleri bile İstanbul'a göre anormal pahalı- sırf atmosferi görelim diye aldığım gösteriyi çok beğendik. Çıkışta Covent Garden'da biraz daha takılıp evimize hatıra resim vs alıp meydanda yapılan gösterileri izledik.
Londra'da da, Paris'te de, Brüksel'de de en çok hoşuma giden insanların eğlenmeyi ve eğlendirmeyi bilmeleri. Metrodaki sokak çalgıcısı bile bizdeki gibi uyduruktan değil, klasik keman, arp falan çalıyor. İnsanlar da geçerken bu yeteneği dinliyor, takdir ediyor ve destek oluyor. Türkiye'de dağıtmadığım kadar bozukluğu Paris, Londra metrolarında dağıttım. Acındırmak yerine saygı duyulmasını sağlayabildikleri için...
Bu blog yazısı romana dönmeden artık bitsin bence. Londra'ya da ilk fırsatta tekrar gidile...