23 Nisan 2009 Perşembe

Brükselli Ev Hanımının Bir Günü!

Bu blog Evliya Çelebi'nin Seyahatname'sine benzemeye başladı. Bu nedenle duruma müdahale etmek ve herkesin sandığı gibi Brüksel'deki hayatımın "sadece" gezmekten ibaret olmadığını kanıtlama ihtiyacı duydum!

Brüksel'de yaşamayı sevdim, seviyorum ve biliyorum ki şimdi ne kadar özlesem de İstanbul'a dönme günü yaklaştıkça ayrılmak istemeyeceğim. Belki de geri dönüşü olacağını bildiğim için sayılı günlerimi güzel geçirmeye çalışıyorum. Hani ucu açık gelmiş olsak bu sakin, sıkıcı şehirde yaşamak İstanbul gibi zilli bir şehirden sonra çok bunaltabilirdi beni. 28 Ekim'de gelmiştik. Haftaya yarıyı geçmiş olacağız. Şimdiye kadar hep ileri doğru saydık ama 28 Nisan'dan sonra geri saymaya başlarız gibi geliyor. Biraz mutlu, biraz üzgün...

En çok ev işlerinden kurtulacağıma seviniyorum! Çünkü İstanbul demek iş hayatına geri dönmek demek, iş hayatı demek eve kadın gelmesi demek! Sırf ev işlerine yardımcı alabilmek için bile çalışabilirim! Gerçi kocamın hakkını yemeyeyim, çalışmadığım zamanlarda da "alalım istersen" diyor bana ama ben haketmediğimi düşündüğüm için kabul etmiyorum. Bu yüzden hakedene kadar ev işleri ellerimden öper...

Çamaşır, ütü, bulaşık, yemek, temizlik! Bu beşi bi yerdenin her birinden ayrı ayrı nefret ediyorum! Bazen en çok hangisinden nefret ettiğimi düşünüyorum ama uygulama esnasında hepsinden aynı ölçüde nefret ettiğimi söyleyebilirim. Ama galiba en uzun süren ve detayları yüzünden en yorucu olan temizlikten en çok nefret ediyorum! Süpürürsün, canın çıkar, bitmeeez, silersin pırıl pırıl olur ama yetmeezz, bi de toz almak gerekir... Küçükken anneciğim, zavallı kadın, her yeri süpürür siler, dili bi karış dışarda, benden de bi toz alıvermemi rica ederdi. Ben o tozu almamak için kaçacak delik arar, türlü türlü bahane üretirdim. Alırsam da yalap şalap alırdım, annem arkamdan bir daha geçerdi. Şimdi biri ben temizlik yaparken koltuğa yatıp bi eline televizyon bi eline müzik seti kumandası alsa, elektrikli süpürgenin sapıyla döver, kordonuyla boğazını sıkarım!

Brüksel'de bu işler haliyle her gün düzenli olarak bendeniz tarafından icra ediliyor! Üstelik de İstanbul'daki halime göre oldukça ilkel şartlarda çalışıyorum!

Sabah ilk iş küçücük mutfağımdaki çamaşır makineme çamaşırları atıp makineyi çalıştırıyorum ki öğlene kadar bitsin, asayım, gece kurusun. Çamaşırlar yıkanırken bulaşık makinem olmadığı için ve olsa da mutfakta koyacak yer olmadığı için, 2003 yılında ayrıldığım öğrenci evimden beri ilk defa elde bulaşık yıkıyorum. (O eve bile sonradan bi bulaşık makinesi gelmişti galiba! ) Bulaşık dağ gibi olana kadar beklediğim için uzun sürüyor haliyle!

Yılın en iğrenç blogu ödülüne aday gösterilmemek için buraya yıkanmış halini koyuyorum :)) Yer dar olduğu için tavaları yıkayamamışım, ikinci postaya kalmış! Bulaşık yıkarken seyrettiğim manzaraya da dikkat çekerim!!

Bulaşık bitince sıra geliyor ütüye! Çok sevdiğim için 3-4 posta çamaşır yıkamadan ütü yapmıyorum. Maksat uzun sürsün! Ütüyü genelde perşembe günleri yapıyorum çünkü çarşamba akşamı Türkiye'de Yaprak Dökümü yayınlanıyor, aynı gece internete koyuyorlar, ben de sabah ütü masamı kapıp geçiyorum karşısına. O bir saatlik ızdırap başka türlü çekilmiyor!

Ütü bittiğinde çamaşır makinesi de bitmiş oluyor, haydi bakalım banyoya! E çünkü banyo askısı küvetin içinde!! Zaten küçücük ev, bir de seyyar askı alsak koyacak yer arama derdi olacak. En iyisi ev sahibinin sistemini kullanmak. Tabi küvetin içine çamaşır asmanın da bi planı, programı, sistematiği var! Öyle kafana estiği gibi çamaşır yıkayıp asamazsın! Önce kocanın banyo programını iyi takip etmen lazım! Sonra kendini de planlayacaksın. Mesela genelde Salı, Perşembe, Pazar banyo yapıyoruz. Çamaşır bir gece asılı kalmadan kurumadığına göreee... salı günü çamaşır yıkayamazsın! Pazartesi sabahtan yıkayıp asıyorum ki akşam kocayla banyo kavgası yapmayalım! Havuz problemi gibi! Ama bir kere sistemi oturtunca sorun kalmıyor, çok şüpheye düşersem telefon edip soruyorum akşam banyo yapacak mısın diye!

Çamaşır asınca ortaya çıkan görüntü bu... Kocamın çorapları telgrafın tellerine konmuş kargalar gibi :))

İstanbul'da da yemek yapıyordum ama buradaki kadar sık değildi. Evde boş vaktimin çok olacağını bildiğim ve çeşidi arttırabilmek için düdüklü tenceremi yanımda getirmiş, içine de bakliyat doldurmuştum. Koca kış geçti hala o bakliyatları yiyoruz! Yemek yapmaktan da çok hazzetmiyorum ama diğerlerine oranla bi derece daha iyi. En azından sonunda yiyip kendimi ödüllendirebiliyorum :)) Malzemeleri hazırlamak ve sonrasında mutfağı toplamak olmasa yemek yapmayı sevebilirim bile! Ama ne yalan söyleyeyim, akşam 5 gibi yemek yapmaya başlayıp 6-6:30 gibi koca geldiğinde yemeğini sıcacık ve tazecik önüne koymak, acemi bir ev hanımı olarak bana gurur veriyor! Sofranın boşluğu aldatmasın, balıklar henüz fırında :)

Salı-Çarşamba- Cuma günleri öğleden sonra Fransızca kursuna gittiğim için bütün bu bahsettiklerim ya pazartesi ya perşembe yapılıyor. Diğer akşamlar yemekten sonra halim kalırsa ve koca da ders çalışacaksa ben de masaya yayılıp Fransızca çalışıyorum. Yaşlandık mı yoksa kafa eskisi kadar boş ve taze olmadığı için mi bilmem ama Fransızca beni epey zorluyor.

Ev işleri ve Fransızca kursum dışında evdeki en büyük eğlencem Internet, Facebook, blog ve oyunlar! Internetten indirdiğim puzzle, nesne bulma, zaman yönetimi ve dedektiflik oyunları sayesinde hayatım renkleniyor! Özellikle bir ara kocayı da saran ve benim nerdeyse günün 10 saati oynadığım dedektiflik oyunları sayesinde yeni yetenekler geliştirdim! Mesela oyunlarda o kadar çok kapıyı kurcalayıp açtım ki bir kere kapının arkasında anahtarı unutup dışarda kaldık ve ben "lock pick" yapıp kapıyı açtım :)) Bir de oyunlar insanı gerçek hayattan koparıyor derler!!

Bir dahaki yazımda da yaşadığım yeri anlatayım bari! Fransızca sınav sorumdu!!

17 Nisan 2009 Cuma

3 Günde Londra? - Impossible!

Türk olmak zor iş! Ya da belki Avrupalı olmamak zor demeliyim! Türk olarak Avrupa'da yaşamak da tahmin ettiğimden daha zor çıktı. Belçikalılar İngiltere'ye Amerika'ya ve bizden vize talep eden bilumum ülkeye ellerini kollarını sallayarak son dakikada karar verip gidebilirken biz 3 gün Londra'yı gezebilmek için 2 ay önceden vize işlemlerine başladık. Vize kuyruğunda Çinliler, Zenciler bi de biz vardık! Kalın camların arkasından bize bakıp ülkesine gitmemizin sakıncalı olup olmadığına karar vermeye çalışan, 10 parmağımızın izini bilgisayarda taratıp bizi fişleyen, verdiğimiz vesikalık fotoğraflar yetmezmiş gibi bir de o anda dijital fotoğrafımızı çeken İngiliz görevlinin neden birinci dünya vatandaşı sayılırken, benim üçüncü dünya vatandaşı sayıldığımı bir türlü aklım almadı. İnsanda olmayan bir öfke yaratmayı, kendilerinden nefret ettirmeyi gerçekten başarıyorlar!

Ulaşım aracı olarak uçak, araba, feribot ve tren alternatiflerinden treni seçtik. Nedenleri sıralayalım:
- Arabayla geçip sağdan akan trafikte arabayı kullanmaya çalışmak 3 gün için fazla zahmetli olacaktı (tamam tamam tırstık da diyebiliriz!!)
- Araba ile geçmek için feribota binmek lazım, ki feribot pek pahalı!
- Brüksel-Londra uçuşları çok pahalı! Treni promote etmek için midir nedir?
- Tren Manş'ın altından geçiyor, heyecan olur, hem 1 saat 45 dakikada şehrin merkezinde, e bi de ne zamandır trene binmemiştik...
dedik ve biletleri aldık internetten! Eurostar'la gidip geldik, gayet de memnun kaldık! Arabayla ya da uçakla çekilecek eziyet değil gerçektende!

Otel olarak her zamanki gibi Ibis tercih ettik! Standart temizlik, standart mobilyalar, standart hizmet. Gece yarısı girip sabahın köründe terkettiğim odaya yüzlerce Euro vermek içimden gelmiyor. Temiz olsun yeter! Sağolsun İngiliz Ibis sabah 10'da bavulumuzu teslim alıp geç giriş garantisi verdi ve geceyarısı otele döndüğümüzde bize Suit oda verip bizi dumur etti :) Seviyorum şahsen :)

İngiltere'ye ilk defa 16 yıl önce temmuz ayında gelmiştim. Hiç durmaksızın yağmur yağmıştı 3 hafta boyunca. 16 yıl sonra yine gri, yine ıslak ama keyif kaçıracak kadar yağmurlu değildi.

İlkbaharın kokusu Londra'yı da sarmış, çiçekler, çimenler, ağaçlar yeşermiş, İngilizler kısa kolluları giymeye başlamış! Yazık valla, istediğin dünyanın vatandaşı ol, benim memleketimin karı ayrı güzel, denizi ayrı güzel, baharı ayrı... Bulutların arasından güneş görününce açılıp saçılmalarını küçükken hiç anlamamıştım, bu sefer hain bir gülümseme eşliğinde soluk benizlerini seyretmenin keyfini çıkardım :)

Londra kapsam olarak Paris'i anımsattı bana.
Derin ve zengin bir tarih, mimari ve kültürel zenginlikler, gez gez bitmeyecek klasik-modern müzeler, bol gösteri salonu, parklar, şehri ikiye bölen bir nehir, üstünde çeşit çeşit köprüler... İki şehrin de tadını çıkarabilmek için bir süre yaşamak lazım gibi geldi bana.


Turist kafileleriyle oradan oraya sürüklenir, kısacık zamana heryeri sığdırmaya çalışırken asıl yaşamaktan keyif alacağım detayları kaçırıyorum sanki!

Uzun uzun Londra anlatacak değilim, internette yeterince bilgi var Londra hakkında. Sırayla gittiğimiz, gördüğümüz, sevdiğimiz yerleri-şeyleri aktarıp resimlerle pekiştirelim, balık hafızamıza bir çentik atmış olalım...

İlk gün metroyu tanıma, en ucuz ulaşım şekillerini keşfetme ve otele bavulu terketme seremonilerinden sonra kendimizi Picadilly Circus'a attık. Eros heykeline merhaba dedik ve kırmızı telefon kulübelerinde resim çektirdik. Işıklı dev panolardaki reklamlara baktık, fotoğraf çekilenleri seyrettik. Kırmızı çift katlı otobüsleri ve birinin üzerindeki "Explore Turkey" reklamını görüp mutlu olduk! Nereye gitsek karar vermeye çalışırken acıktık ve birer sandviç kaptık. İlk defa gittiğimiz şehirlerde City Sightseeing turlarına binmeyi adet edindiğimiz için birinden bilet alıp otobüsün açık üst katına oturduk - ve donduk! Şehrin bazı caddelerinin kapalı olduğunu, Sri Lanka'da Tamillere karşı soykırım yapıldığı için protesto yürüyüşü yapılacağını da bu sırada öğrendik. Otobüsten indikten sonra gördüğümüz protestocular o kadar kalabalıktı ki Londra'da adını ilk defa duyduğum Tamillilerin ne kadar çok olduğunu şaşkınlık, hayret ve biraz da utançla farkettim. Dünyadan bihabermişim - kocam öyle diyo!

Şehri çepeçevre dolaştıktan sonra bindiğimiz yerde indik ve yürüyerek dolaşmaya başladık.
Kayınpederimin Çark-ı felek tabir ettiği London Eye'a yürüyerek gittik. Çok yükseldiği için başta gönülsüz olan kocamı dönmedolaba benzemediği, etrafımızın kapalı olduğu vs gibi teselli/yalvarma cümleleriyle ikna edip sıraya girdik. Londra'da bizi en çok yoran müze / atraksiyon kapılarında beklediğimiz kuyruklar oldu! London Eye teknolojik bir dönme dolap, mutlaka bir kez binmek lazım! Şehri tepeden görmek için ideal!

London Eye'dan sonra tur biletimize dahil olan Tekne turu için nehrin karşısına geçtik. Otobüsle arkalarından gördüğümüz kimi binaları bu sefer de nehir yönünden görmüş olduk. Her zaman öyle mi bilmiyorum ama Thames nehri kahverengi, bulanık, pis görünüyordu. İstanbul'un maviş maviş parlayan sularını daha bir özledim nehre baktıkça...

Tekne turu bittiğinde Londra'yı havadan (London Eye), karadan (double-decker bus), denizden (cruise) ve yer altından (metro) fethetmiş bulunuyorduk! Çılgın turist sıfatımızı bir yana bırakıp azıcık sosyalleşmeye karar verdik ve kocamın İstanbul'daki şirketinden arkadaşı Erkan'ı aradık. Bir süredir kız arkadaşıyla Londra'da yaşadığı için kendimizi ona teslim edip doğu Londra sokaklarında gezmeye başladık. St Katharine Docks olarak adlandırılan marinayı gezip hayran kaldıktan sonra bizi evlerine davet ettiler ve kahve-browni ikram ettiler! Ardından Karındeşen Jack'in barında birer bira içmeye gittik! Bu barı gelmeden önce Pınar'ın blog'unda okuduğum için biliyordum. Bilmek isteyenler için: Ten Bells

Sırada Yapı Kredi'den tanıdığım, benden hemen önce ayrılıp Londra'ya yerleştiğini bildiğim, facebook ve blog sayesinde haberleşip takip edebildiğim Pınar ve eşi Emre vardı! (Türküz işte, her gittiğimiz yerde sıcaklık, sohbet, hey gidi günler muhabbeti yapacak bir nefes arıyoruz!) Pınar ve eşi de bizi Covent Garden tarafında gezdirdi ve "bildiğin pub" diyebileceğimiz türden bir pub'da bira ısmarladılar! Bol gürültülü, Kızlı erkekli kalabalık gruplarla dolu, kocaman bardaklarda biraların gidip geldiği ama asla sigara dumanının olmadığı geleneksel bir pub! İstanbul'da barların sigaradan arındırılamayağına olan inancım biraz kırıldı doğrusu. Demek ki isteyince olabiliyor. Ben saçım, üstüm başım kokmadan bir pub'dan çıktığıma inanamazken başka bir bara geçtik. Paskalya tatili olduğu için sanıyorum barlar pek boştu. Bir kaç arkadaş grubu dışında kimsecikler yoktu. Biz yine de kendi kendimize eğlendik, bir sürahi Long Island Ice Tea içtik! 12 gibi son metroya yetişmek için bardan ayrıldık ve Pınar'la vedalaşıp otelimizin yolunu tuttuk...

İkinci gün şehre biraz daha hakim, Pınar'ın verdiği tavsiyerler sayesinde daha planlı programlıydık. Sabah 10.30'da Buckingham Sarayında nöbetçi değişim törenini seyretmeye gidelim dedik. Biz gittiğimizde kalabalık yavaş yavaş gelmeye başlamıştı. Meğer tören 11.30'daymış! Biz de 1.5 saat ayakta dikilip beklemek zorunda kaldık ve daha o saatte enerjiyi tükettik! Toplanan kalabalığı görünce İngilizleri şehirde uçan kuşu bile bu kadar başarıyla pazarladıkları için tebrik ettim! Sonuçta olan 2 takım bando, 5 atlı süvari ve 2 tabur askerin uygun adım sarayın önüne gelip kılıç ve sancak değiş tokuşu yapmasından ibaret olsa da bizim gibi meraklıları koca meydana toplamayı başarmak da bir pazarlama kabiliyeti! Neticede çok yorulup uzaktan bir-iki fotoğraf ve video çekmek dışında bize fazla bir şey katmadı diyebilirim. Biz oradan ayrılırken bandolardan biri Ricky Martin'den "Livin' La Vida Loca" çalıyordu!

Madame Tussaud müzesini yıllarca önce gezmiş, kocama da mutlaka göstermek istemiştim. Saraydan çıkıp müzenin yolunu tuttuğumuzda nasıl bir kuyrukla karşılaşacağımızı bilmiyorduk tabi! Kuyruğun ucu görünmediği için ertesi sabah erkenden gelmeyi kararlaştırıp Notting Hill'e yollandık.
Hugh Grant ve Julia Roberts'ın filminin hangi evde, hangi kitapçıda, hangi pazarda çekildiğini görmek, hissetmek istiyordum. Zira filmin müziklerinden "When you say nothing at all" düğünümüzde ilk dans şarkımız olarak bizim için ayrı bir yer taşıyor. Neyse, tabi ki filmdeki görüntüleri aramanın beyhude bir çaba olacağını çabuk farkedip hızlı bir yürüyüş yaptık ve karnımızı doyurmak için bir mahalle restoranına girdik. Lezzetli bir fish&chips yiyip ayaklarımızın ağrısını alsın diye birer şişe bira içerken bir yandan da ekrandaki A.Villa-Everton maçının ilk yarısını seyrettik. Sağımızda solumuzda maç seyreden ve pozisyonları "aaaaaa", "uuuuu", "ooooo" gibi ünlemlerle takip eden İngilizlere bakıp eğlendik.


Gelmişken Tate Modern'ı gezmemek olmaz dedik ve yeniden Thames Nehrinin kıyısına döndük. Yol üstünde kurulmuş antik pazarları, ekolojik marketleri, sahafları gezdik, değişik kılıklara girip çevreden geçenlerle fotoğraf çektiren tiplere baktık. Hızlıca Southbank Center'ın içinden geçtik ve kültürel atmosferi içimize çektik. Londra'lıların kültür sanat anlamında ne kadar şanslı olduğunu ve İstanbul'un bu alanda olması gerekenden ne kadar uzak olduğunu düşünüp hüzünlendim. Tate Modern, binası, içeriği ve tarzıyla bizim okulun hayata geçirdiği Silahtarağa Müzesi - santralistanbul kampüsünü anımsattı bana. Bizimkinin Tate'ten esinlendiği muhakkak tabi :)
Modern sanatı sevmeme rağmen klasik tarafım diğer sanat alanlarında olduğu gibi resimde de ağır basıyor. Monet ve Picasso, Caravaggio, Rembrandt gibi daha eski dönem ressamlarının verdiği duyguyu vermiyor bana. Belki de anlamadığım için! Yine de gidip görmek gerekirdi, gittik, gördük! Ama artık o kadar yorulmuştuk ki bir yerde oturup dinlenmek istedik. Şahane bir köprüden yürüyerek nehrin karşısına geçtik ve St Paul's Cathedral'in önüne çıktık. Ayin olduğu için içini fazla gezemesek de büyüleyici olduğunu söyleyebilirim. Tekrar metroya atlayıp Soho'ya gittik ve sokaklarda yürüdük. Tamamen tesadüf eseri China Town'ı keşfettik ve boylu boyunca gezdik. Bir kafeye girip bol çikolatalı tatlılar eşliğinde kahve içtik ve biraz kendimize geldik. Yavaş yavaş hava kararmaya başladığında Picadilly Circus'a geri dönüp ışıklı panonun karşısına, Eros heykelinin dibine oturup gelene geçene baktık, son gecemizin tadını çıkardık.


Üçüncü gün 7:30'a saat kurup 8'de check-out yaptık ve koştura koştura Madame Tussaud müzesine gittik! Yine kuyruk vardı ama en azından ucu görünüyordu. Hızlı hızlı ünlüleri gezip, önlerinde fotoğraf çektirdik, Atatürk'ün heykelini göremeyip hayal kırıklığına uğradık ama genel olarak müzeyi beğendik. Londra'daki korku tüneli-korkutma çılgınlığı bu müzeye de bulaşmış ve Scream adında yeni bir oda açmışlar. Gerçek insanlar, hapishane, zindan görünümlü odalar, yüzünüze, saçınıza değen örümcek ağı görünümlü ipler falan. Bunun dışında Londra'da 3 ayrı korku tüneli daha gördüğümüz için özel olarak müzenin bu bölümü ilgimizi çekti!


M.Tussaud'dan sonra 1 ay önceden satın aldığım Royal Opera House'taki Giselle balesi için Covent Garden'a koştuk. Londra'ya gelmişken bir müzikale gitmek gerekirdi ama maddi olarak çok sarsılabilirdik. En ucuzundan -ki bale biletleri bile İstanbul'a göre anormal pahalı- sırf atmosferi görelim diye aldığım gösteriyi çok beğendik. Çıkışta Covent Garden'da biraz daha takılıp evimize hatıra resim vs alıp meydanda yapılan gösterileri izledik. Londra'da da, Paris'te de, Brüksel'de de en çok hoşuma giden insanların eğlenmeyi ve eğlendirmeyi bilmeleri. Metrodaki sokak çalgıcısı bile bizdeki gibi uyduruktan değil, klasik keman, arp falan çalıyor. İnsanlar da geçerken bu yeteneği dinliyor, takdir ediyor ve destek oluyor. Türkiye'de dağıtmadığım kadar bozukluğu Paris, Londra metrolarında dağıttım. Acındırmak yerine saygı duyulmasını sağlayabildikleri için...


Bu blog yazısı romana dönmeden artık bitsin bence. Londra'ya da ilk fırsatta tekrar gidile...

6 Nisan 2009 Pazartesi

Milano'ya Yakışır Bir Başlık Aranıyor!

Şöyle bir keşif yapılmasını bekliyorum: Bilgisayara bağlı bir tablet olacak. Ben tablete gözlerimi dikip bakacağım ve aklımdan geçenler kompozisyon şeklinde, yazım hatalarını falan da düzelterek ekrana aktarılacak. Konuşmak bile istemiyorum yani!
Tembelliğin sınırlarını zorladığım bu günlerde zavallı blogum da 3 haftadır boynu bükük bana bakıyordu. Kocam Köln'de, kursum tatilde, işim yok gücüm yok, artık yazayım bari dedim. Üstelik de yazacak bir sürü konu var aklımda ama insan bezgin olmaya görsün!!

Efendiimm, beyimin iş nedeniyle Parma'ya gidecek olması bana da İtalya kapılarını açtı tabi. Bir son dakika gelişmesi olarak organize ettiğim Milano gezimiz 13-14-15 Mart tarihlerinde zuhur etti. Milano'yu gezerken çektiğim fotoğrafları, "bu facebook içiiin, bu blog içiiin, bu da kendi arşivimiz içiiin" diye sınıflamama, bir yandan da kafamda blogumun Milano başlıklı yazısını yazmama rağmen çetin hayat şartları bu yazıyı 3 hafta kadar ertelememi zorunlu kıldı. Daha fazla detaya girmedeen Milano'dan bahsedeyim.

Bir şehre aşık olmam için gereken on şartın birincisi şehirde büyük bir ya da birden çok parkın bulunması! Bu şart yoksa aşk düzeyine ulaşamıyorum. Milano ilkbaharın getirdiği tüm avantajı da sonuna kadar kullanarak parklarıyla ilk puanı kazandı. (Bu ilkbahar konusunda ayrı bir yazı yazmam lazım. Şu anki potansiyelimle doğa ve çiçek fotoğrafçısı olmaya karar verebilirim her an!)

İtalya inanılmaz derinlikte bir kültür, tarih ve yaratı geçmişine sahip. Yüzyılların eskitemediği tarihi eserlerin yanında çağımızın ötesine geçmiş dizayn ve tasarım harikalarını, başınızı 10 derecelik açıyla çevirmek suretiyle bir arada görebiliyorsunuz. Milano boşuna moda, tasarım, dizayn vs. başkenti olarak adlandırılmamış. Vitrinlerdeki yaratıcılık bile başımı döndürmeye yetti. Sahip olmaktan daha çok "bakmayı" sevdiğim lüks ürünler, tasarım mobilyalar, son model arabalar... Hangi birinin fotoğrafını çeksem de hayatımın sonuna kadar unutmasam şaşırdım.
1 yıl sonra yine gitsem bütün vitrinlerin değişmiş olacağını, beni daha çok şaşırtacak, bakmaktan daha çok mutlu olacağım pek çok güzellikle karşılaşacağımı bilsem de şu anki anısının güzelliğini bozmamak için bir daha gitmek istemeyebilirim Milano'ya. Ama diğer şehirlere ilk fırsatta gitmek şart oldu!



Milano'dan bana kalan notlar:

- Cappucino sabah içilen bir kahveymiş! Öğleden sonra bir cafeye gidip en düzgün İtalyancanızla bile Cappucino sipariş etseniz İtalyan olmadığınız ortaya çıkarmış! Hayatımda içtiğim en güzel cappucino'yu Milano'da içtim ben!
- Monte Napoleoni'deki COVA pastanesi, sunumuyla, lezzetleriyle ve servisiyle bize olağanüstü bir deneyim yaşattı. Tiramisu'dan mı bahsetsem, yedikçe beyninizde mutluluk titreşimleri yayılmasını sağlayan minik petifürleri mi anlatsam... Hayatımda fotoğraf çekemediğim için bu kadar üzüldüğüm bir yer olmadı! Siz yine de bir girip bakın sitesine, yediklerimizin yanında çok zayıf kalsa da! COVA

- Milano'da yanlışlıkla kaybolup elde harita doğru sokağı aramak, aralarda kalmış, bildik bir tarihi olmayan ama insanda "nası yani" hissi uyandıran sokakları keşfetmeye yararmış! Herhangi bir binanın herhangi bir yerinde ya da her yerinde heykeller, mimari harikaları, acayip tasarımlarla karşılaşmak ve "iyi ki kaybolmuşum" diye kendi kendine şükretmek mümkün!
- Diğer İtalyan şehirlerini bilmem ama Milano'da Happy Hour denen şahane bir alışkanlık var! Akşam 6-7 civarlarında bir bar/restorana girip bir kadeh şarap alıyorsunuz, açık büfeden keyinize göre ve sınırsız tabağınızı doldurup mutlu bir saat geçiriyorsunuz :) Milano'da yaşayan arkadaşlar çok bahsedince biz de kocayla deneyelim dedik, ve akşam yemeği yemeden, bir kadeh şaraba bi güzel karnımızı doyurduk! Bu vesileyle Belçika ile aradaki kültür farkını da bariz bir şekilde görmüş olduk. Belçika'da 7'den sonra sokakta kimsecikler olmaz, millet evine gitmiş, yemeğini yemiştir, 10 gibi de yatarlar zaten. Çünkü çoğu sabah erken kalkıp koşu moşu yapar. İtalya'da da restoranlarda bizim yemek yemeğe alışık olduğumuz 7-8 gibi saatlerde kimsecikler olmuyor! İnsanlar 6-7 gibi happy hour yapıp aparatif bir şeyler yiyor ve 9-10 gibi restorana geçip ana yemeği sipariş ediyor. Ana yemeğin boyutlarının korkunç olduğu ve öncesinde bir de başlangıç yedikleri düşünülürse herkesin nasıl bu kadar fit, bakımlı ve güzel olduğuna hayret etmemek elde değil! Meğer herkes çok spor yapıyormuş!

- Kültür konusunda da hayli iddialı olan Milano'nun simgelerinden biri de La Scala tiyatrosu haliyle. Pazar günü yaptığımız şehir turuyla müzesini gezip, localarından birine de kafayı uzatıp bakma şansını bulduğumuz La Scala'da bir gün bir oyun seyretmek nasip olur inşallah... Biz gittiğimiz hafta cumartesi aksamı için baktım da kalan en ucuz bilet 250 Euro civarıydı adam başı!!
- Daha metronun yürüyen merdivenlerinden Duomo meydanına çıkarken, heybeti, ince detay süslemeleri ve olağanüstü güzel beyaz-pembe mermeriyle insanın doğrudan kalbine dokunan katedralden bahsetmemek olmaz. "Ne kadar parlak, ne kadar temiz" diye düşünmeden edemiyor insan. "Bu İtalyanlar aşmış valla!" Meğer renovasyonu yeni bitmiş, temizlemişler! Fotoğraflarda da gelin gibi çıktı mübarek, öyle süslü ki! Bu gotik tarzı oldum olası sevmişimdir, binaya kocaman bir masal giydirmişler hissi uyandırıyor bende. Ama böylesini hiç görmemiştim. Gökyüzüne doğru uzanan sivri sivri kulelerin herbirinin üstünde ayrıca birer de heykel bulunuyor! 100 mü 120 mi ne, öyle acayip bir sayıda! Sanki duvarlarda, kapılarda, içerde, dışarda yeterince heykel yokmuş gibi bir de sivrilerin üstüne koymuşlar heykel! Onlar yapmaya üşenmemişler, ben tek tek bakmaya üşendim ne yalan söyleyeyim! Bir kısmının resmini de çektim ama 199 resmin hepsini buraya koymak mümkün değil ne yazık ki!

- Yine tur kapsamında gezme şansını bulduğumuz, sadece randevu ile gezilebilen ve aynı anda 25 kişiden fazla içeri alınmayan bir başka önemli mekan da Da Vinci'nin meşhur Last Supper tablosunun bulunduğu Santa Maria delle Grazie manastırından da bahsetmem lazım. Dan Brown'ın Da Vinci Şifresi'nde farklı bir bakış açısı getirdiği bu tablonun neden Milano'da olduğunu, neden Louvre ya da Roma'daki büyük herhangi bir müzede daha iyi şartlarda sergilenmediğini bir türlü anlayamıyordum. Rehberimiz eşliğinde havadaki nemi emen vakumlu kapılardan, ayakkabıların tozunu alan yer paspaslarından geçip Last Supper'ın bulunduğu odaya geldiğimiz ana kadar da neden kimsenin benim düşünebildiğim bu sergileme yöntemini düşünemediğini kendi kendime sorup duruyordum. Yanımdaki çok yaşlı çiftten beyaz saçlı teyze eşine "This is a very exciting moment, isn't it?" cümlesini söyleyene kadar da ne kadar önemli bir şeyi görmek üzere olduğumu tam olarak anlayamamışım. Vakumlu kapı açılıp da sadece tablonun aydınlatıldığı karanlık odaya girdiğimizde kendi cehaletime mi yansam, o yaşlı teyze kadar durumu kavrayamamış olmama mı bilemedim. Da Vinci tabloyu duvara çizmişti! Sonradan rehberimiz anlatırken öğrendik ki bundan yıllar önce benim gibi düşünen bir aklı evvel daha çıkmış ve tablonun duvarıyla birlikte taşınıp taşınamayacağını araştırmış, o da Napolyon'muş! Neyse, özetleyecek olursak, Leonardo Da Vinci'nin 1494-98 yılları arasında yaptığı ve bugün hala karakterlerin, mimiklerin, jestlerin, elbiselerin, renklerin, masadaki yiyecek ve içeceklerin, kısaca tablonun her köşesinin didik didik incelense bile (varsa) sırrı çözülememiş olan bu tablo büyük bir mistik güç taşıyor bence. Dinsel yanından çok sanatsal yanıyla ve macera filmlerine konu olan sembolizmiyle beni ilgilendiren bu tabloyu yakından görebilmiş olmak kendime verdiğim bir hediyedir...
- Son olarak İtalya'ya kadar gelip de Unicredit fotosu çekmeden dönmek olmazdı :)


Milano'yu biraz Nişantaşı'nı andırdığı için, biraz trafik kurallarına Brüksel'deki kadar uymadıkları ve İstanbul şoförlerini anımsattıkları için, biraz insanları güzel ve yakışıklı olduğu için, biraz kültürü için, biraz tarihi için, biraz yaratıcılığı için sevdim ama toplamda çok sevdim. Belki de soğuk ama pırıl pırıl güneşli bir havada, baharın taze kokusu eşliğinde gezdiğim için beğenim katlanmış olabilir. Ya da daha 6 ay önce birlikte festivaller düzenlediğimiz, vadalı vadasız tasarımlar yaptığımız, öyle mi yapsak böyle mi yapsak diye kafa patlattığımız Dilek'ciğimle ve kocam sayesinde tanıyıp da "iyi ki tanıyorum" dediğim, İtalyan tarzının çok yakıştığını gözlerimle gördüğüm, aile arkadaşımız Burcu'cuğumla görüşmüş olmak Milano'ya ayrı bir şerbet katmış olabilir. İtalya'yı tanıma turuna Milano ile başlamış olmak doğru bir seçimmiş gibi geldi bana...