30 Eylül 2009 Çarşamba

Evimize Joy & Peace Geldi

Yıl 365 gün değil mi? Hadi herkes tatil için yazı bekliyor desek elimizde 3 ay var demektir, yani 90 gün... Temmuz-Ağustos ayları Brüksel bomboş, kursum yok, kocamın işleri sakin... Değerlendirsenize bu fırsatı! Herkesleri çağırdık çağırdık, gelmediler... Sonra arka arkaya 3 ayrı mail düştü elektronik kutularımıza:

-19-27 Eylül'de Brüksel'deyiz!

- 12 Eylül'de geliyorum 24'üne kadar ordayım...

- 21-23 Eylül'de iş için Brüksel'e geliyorum, görüşelim...


Şaka mı bu yaaaa?? dedik beyimle... Değilmiş, geldiler...


Çok hızlı bir 1.5 hafta oldu bizim için: ortak akşam yemekleri, şehir turları, her zevke hitap edecek aktiviteler...


Evim hostel gibi oldu... Cuma günü misafirin biri gitti, cumartesi gelenler için çarşaf-yorgan-havlu setleri yıkanıp, kurutulup alelacele yeniden serildi. Ev hiç alışık olunmayan bir şekilde 3 günde tekrar temizlendi.


Yorulduk mu? Yorulduk...

Değdi mi? Değdi...


Gelenlerden biri benim en yakın arkadaşım, dostumdu zaten... Eşiyle birlikte bizde kalmak üzere geldiler... Sanki İstanbul'da sabah kahvaltıda buluşmuşuz gibi hissettik... Hem onları çok özlemişim, hem de beraberlerinde getirdikleri İstanbul kokulu havayı... Amsterdam, Paris, Köln, Düsseldorf, Bruge, Antwerp... Çok gezdik, çookk... Ama ne güzel gezdik :))
Küçücük kızlarken Adapazarı'ndan İstanbul'a kaçma hayalleri kuran biz, yanımızda kocalarımız Eyfel'in önünde poz verdik... O küçük kızların hayallerini konuştuk, nerelerden nerelere geldiğimizi tekrar tekrar anlattık kocalarımıza belki yüzbininci defa... Güzel anılarımıza çok güzel yenilerini ekledik... Eskilere güldük, geleceği düşünüp biraz hüzünlendik, biraz umutlandık...




İyi ki geldiniz Joy & Peace... :) Bana çok iyi geldiniz... Keşke yine gelseniz...

17 Eylül 2009 Perşembe

Brüksel'de Doğurmak

2 yıllık evliyim, anne olmama da daha en az 2 yıl falan vardır diye düşünüyorum. Ama önümdeki bu önemli iki yılı boş geçirmeyeyim diye sürekli okuyorum: hamilelik süreçleri, doğum yöntemleri, annelik-babalık deneyimleri... hatta arada bir abartıp çocuğu hangi okula göndereceğiz falan gibi saçma aramalarla saatlerimi google'a harcıyorum. Hayatta kendime en az güvendiğim konu bu olduğu için sanırım...

Çevremdeki bir çok kişi Brüksel'e taşınacağımız zaman bir çocuk yapmamı öğütledi. Çocucuğun doğum yeri hanesinde Belçika yazmasının ne önemi olacak hiç bilmiyordum o zamanlar. Amerika gibi toprak esas alınmıyor burada. Çifte vatandaşlık falan hakkı yok yani. Ne çocuğa ne bana bir faydası olmaz diye düşünmüştüm. Ayrıca söylemesi kolay, burada tek başıma ne arkadaşlarım ne annelerim, kimsem yokken, kocam bütün gün işteyken hamile olmam demek bendeki bastırılmış psikopat genleri ortaya çıkarmaya yeterdi de artardı bile. Geçen aya kadar bu konuda hiç bir şüphem yoktu. Ta ki eşimin iş nedeniyle tanıştığı Türk arkadaşı E., eşi F. ve dünya tatlısı bebişleri Y. hayatıma girene kadar...



E ve F bizim gibi kısa dönemli bir değişim programı ile Brüksel'e gelmiş, sonra E burada başka bir iş bulmuş ve kalmaya karar vermişler. F de tam iş arama sürecini hızlandırıp teklifleri kabul edeceği sırada hamile olduğunu öğrenmiş! Kısa süreli iş hayatını bir kenara bırakıp full-time anneliğe başlamış çünkü doğum izni mevzuları bizdekinden çok daha komplike burada.
Beni dehşete düşüren yalnız bebek bekleme süreci o kadar da sıkıntılı geçmemiş. Kimse karışmamış, akıl vermemiş, canı ne istiyorsa onu yapmış F. Sadece buradaki doktorunu dinlemiş. Arada başı sıkışınca ulaşmak istediği kişiler bir Skype mesafesindeymiş çünkü...

Doğum öncesi ve sonrasını E kocama anlatmış bir öğle yemeği sırasında, o da gelip bana anlattı. Sanki bu hikayeyi dinlemeyi bekliyormuşum gibi kafamda varolan bazı soru işaretleri cevaplarını nasıl buldu, taşlar yerine nasıl oturdu hayret ettim!

Soru: Belçika'da bebekler yaz-kış nasıl tişörtle dolaşabilir, genç kızlar mini etek ve ince çorapla kışı nasıl geçirir, ben kasım ayında en kalın kaz tüyü paltomla donarken Belçikalılar pardesüyle nasıl dolaşır?

Cevap: Doğum anında gizli... Kesinlikle sezeryan yok (tıbbi olarak mecbur kalmadıkça ki bizde tüm doktorlar nedense tıbbi olarak mecbur kalıyor sezeryana!!) Normal doğum anında göbek bağını babaya kestirip, bebeği çıplak olarak annenin çıplak tenine yatırıyorlar! Bebeğin ilk aldığı koku anne kokusu oluyor böylece ve hem tenini hem kokusunu tanıyıp rahatlıyor(muş) bebek. Kesinlikle kundaklamak, sarıp sarmalamak falan yok.

Hastaneden çıktıktan sonra eve bir doktor ve bir hemşire gelip bebeğin yatacağı odaya bakıyorlarmış. 18 derecenin üzerine çıkmayacak ev demişler! Zavallı F aralıkta doğum yaptığı için kışı kat kat hırkayla geçirmiş evde. Biz olsak çocuğa yelekler giydirir üstüne battaniyeler serer üşümesin diye sarıp sarmalarız. Oysaki çocuğu sıcağa hiç alıştırmayınca üşüme problemi de ortadan kalkıyormuş!

Soru: Neden Türk çocukları hiperaktivitede tavan yaparken, Belçikalı annelerin çocukları sakin sakin pusetlerinde oturur, anne alışveriş yaparken boncuk boncuk etrafa bakıp gülücüklre saçar?

Cevap: Genler kadar eğitimle de alakalı... Çocuk doğduğu andan itibaren spor, yuva vs gibi bir çok aktiviteyle sarılıp sarmalanıyor. 6 aylık bebeklere yüzme kursu verildiğini duyunca şok oldum! Daha yürüyemeyen bıngıl bacakları ördek gibi çırpa çırpa yüzüyorlar :)

Sanırım bizde yuvaya bezden kurtulmadan başlayamıyor çocuklar. Belki özel yuvalarda istisnalar vardır. Belçika'da ise anne işe dönebilsin diye çok erken yaşta almaya başlıyorlar çocukları. Çocuklar anne-baba sevgisinden yoksun, bakıcı elinde büyüdüğü için mutsuz mu oluyor? Aksine, daha o yaşlarda sosyalleşmeye başlıyor, hayatla ilgili deneyimler ediniyor, ailesi dışında da bir birey haline geliyor. Bir de burada çok önem verilen trafik, çevre, doğa vs eğitimlerini alıyor. O yüzden trafik yoğun ama kaotik değil, geri dönüşüm konusunda 7'den 70'e herkez çok bilinçli... Başka bir boyutta yaşıyorlar yani!

Soru: Tüm bu masraflar özel sağlık sigortası olmadan nasıl karşılanır?

Cevap: Sosyal devlet... Doğum ücretsiz, hastane tüm hizmetler karşılığında beş kuruş almıyor, bebeğin olduğu için yıllık vergi indirimi var, spor salonları nerdeyse Hillside kalitesinde olmasına rağmen Belediyelerin (Commune) yönetiminde olduğu için fiyatlar şaka gibi...
Daha pek çok soru, pek çok cevap var aslında... Buraya gelmişken bebek yapmadığıma pişman mıyım (?), henüz erken olduğunu düşündüğüm için değilim. Ama yapsaymışız avantajları çok olurmuş, bu da bir gerçek... Şimdilik Y. ve çevremdeki başka bebeklerle 0-2 yaş stajımı yapıyorum, bol bol anne blogları okuyorum, internette geziyorum, kocamı ve kendimi gözlemliyorum. İlerde bakalım biz neler yaşayacağız...

14 Eylül 2009 Pazartesi

Dolduramadığım Boşluklar

"Elimde olsa zamanı şu anda durdururdum!"
Son iki senedir aynı şeyi düşünüyorum. Zaman dursa, daha fazla büyümesem, yaşlanmasam, saçlarım beyazlamasa...
Hayır hayır, yaşlanmak falan değil derdim aslında.
Birer birer gidiyorlar...
Ben yaş aldıkça onlar tünelin ucundaki ışığı görmeye daha çok yaklaşıyorlar...
Oysa ki daha yeni gelmiştik!?!? Daha yeni evlendim, en güzel yıllarımın daha başındayım... Onlarla paylaşacağım o kadar çok şey var ki hala! Nereye???
"Emine Halayı kaybettik" yazdı kardeşim bir chat ekranına... Öyle baktım boş boş, bomboş...
Babamın halasıydı, 3-5 yılda bir ya görürdük ya görmezdik... Tam bir Anadolu kadını! Genç yaşta eşini kaybetmiş ama 3 erkek çocuk yetiştirmiş, torun çocukları görmüş, dağ gibi bir kadın... Saflığın eşanlamlısı...
Hani bazı yaşlı kadınlar vardır şeker gibi, lokum gibidir, insanın sarılıp, yumuşaklığına gömülesi gelir. Öyle şeker bir kadındı Emine Hala... Ölümü hiç yakıştıramayacağın türden... Onunla ilgili anılarım hep gülüşmelere vesile...
Çok hastaydı son zamanlarda... Allah yanına alıp acısını dindirdi diye kendimizi avutuyoruz... Yine de gittiğine inanmak zor...
Işıklar içinde, huzur içinde yat Eminoş...

10 Eylül 2009 Perşembe

İstanbul'da Yaprak Dökümü

Yaprak Dökümü izleyenler bilir, hani Ali Rıza Bey'in klasik bir cümlesi var: "Artık hiç bir şeye şaşırmayacağım diyorum ama yine de şaşırıyorum..."

Dün sabah bilgisayarı açıp gazete ve bloglardan önce facebook'a baktım. Arkadaşlarım birer birer "İkitelli sular altında" "Basın-Ekspres'te mahsur kaldım" "Zavallı güzel şehrim" falan türünden mesajlar yazmaya başlayınca "noluyo yahu" diyip hurriyet.com.tr'ye zıpladım. Daha sayfa açılır açılmaz ağzım açık kaldı... Hani "artık bu ülkede olan hiç bir şeye şaşırmayacağım" diyip de her seferinde "nasssııı yaaaa" diye bağırdığım gibi... Son gördüğümde şehrin en işlek yolları olan E-5 ve TEM bildiğin nehir olmuş, minibüsler takalar gibi sallana sallana yüzüyor, zodyak botlar geziyor... Nasssııı yaaaaa????



Aslında çok basit bir açıklaması var. 500 yıl önce Mimar Sinan'ın yaptığı köprüye bakın, bir de 50 yıl içinde yapılan ve şu anda sular altında olan köprülere... En güzel cevabı tarih zaten veriyor...

Saçma sapan açıklamalar yapan belediye başkanı ve başbakana sinirlendiğim bir sırada kocam dedi ki: "Sadece onlarla ilgili değil, bazı şeylerin düzeltilmesini halk istemiyor önce. Belediye izin vermese bir daha seçilemeyeceğini bildiği için mecbur veriyor. Daha önce de böyle oldu. Önce halkın bilinçli olması gerekiyor..." Düşününce ona da hak verdim. Ama gene dönüp dolaşıp eğitime dayanıyor konu. Eğitim sisteminin hali zaten içler acısı...

Belçika'da 10 aydır yaşıyoruz. 10 ayda gördüğümüz yağmurlu gün sayısı güneşli gün sayısının 3 katı. Hayatımda gördüğüm en büyük fırtınayı da burada gördüm ben... Ama daha 1 kere bile sokaklarda su biriktiğini görmedim.

Baharda her yere laleler diktiler, 10 gün ömrü olan laleler... Fırtına geldi, hepsinin yapraklarını kopardı götürdü, ama insanları sel yutmadı... Keşke biz de lalelerden önce ağaç dikseydik, altyapıyı güçlendirseydik... Altımız bu kadar boz bulanıkken üstümüzde binbir renk lalelere ihtiyacımız var mıydı gerçekten??

4 Eylül 2009 Cuma

Hafta Sonu Aksiyonları

Eylül geldi, yağmur geldi, yorgan çıktı, polar battaniye açıldı, çorap giyildi... Kocamın yüzüne en acıklı köpek yavrusu bakışlarımla bakıp "yaz bitiyor, 2009 bitiyor, Belçika maceramız bitiyor, 28 yaşım bitiyor" diye sızım sızım sızlansam da yapacak bir şey yok. Yapılacak tek şey güneşli günlerin tadını çıkarıp kalan 4 ayı maksimum verimlilikle değerlendirmek...

Bu sebeple her pazar kurtlanıp "hadi bir şeyler yapalım" diye dürtüyorum zavallı kocamı. Sanki çocuk benim gibi her gün evde. Beni mutlu edecek diye şöyle bir pazar günü pijamasını çıkarmadan, ayaklarını uzatıp dinlenmiyor evinde. Habire yollarda garibim... Çünkü biliyor ki arabada en bülbül sesiyle ve mutlulukla şakıyan karısı, her ne kadar miskin bir kedi gibi polar battaniye altında mayışmayı sevse de, akşama doğru somur somur somurtup "bugün de bişi yapmadık, bomboş geçti" diye kafasına kakacaktır o pazar gününü.

Hazır aylardan ağustos, havalardan güneşliyken başının etini yiyip Düsseldorf'un ertesi günü bisiklete binmeye ikna ettim kocamı. Hem de 5 km mesafedeki Tervuren Gölü'ne kadar, hem de Tervuren ormanlarının içindeki bisiklet yollarından, hem de kısmen yokuş yukarı... :)



Buralarda öyle güzel parklar, mesire yerleri var ki... İster bisikletinle gel, ister arabanla, ister yürüyerek... İster koş, ister çimenlere yat, ister köpeğini gezdir, ister boş boş etrafa bak...



Kimse kimseyi rahatsız etmeden, taşkınlık yapmadan, etrafı kirletmeden, doğanın, oksijenin, yazın tadını çıkarıyorlar... Ne zaman böyle bir parka gitsek içimde sırasıyla şu şekilde monologlar ve bunlara bağlı duygular uçuşuyor:


Hayranlık: Ayy parkın güzelliğine bak, göl var, ördekler, kuğular var, ağaçlar ne kadar büyük...

Gıpta: Keşke bizde de böyle parklar olsa, h.sonu kendimizi atıp kafayı boşaltacak bir yerimiz yok...

Haset (isyankar olanından): Neden yok peki ama neden neden neden???? NEDEN onların var da bizim yok??? Bizim neyimiz eksik??

Nefret (Irkçı olanından): Burada doğdukları için ne kadar şanslılar, bizim suçumuz ne!? Uyuz Avrupalılar, biz daha akıllıyız aslında sizden ama sizde para çok! Para bizde olsa ne biçim parklarımız olurdu! HIH!!!...

Eziklik: Adamlar iyi eğitimli tabi, mallarına, çevrelerine nasıl bakacaklarını iyi biliyorlar. Bizde olsa mangalcı kaynardı bu park. Her taraf leş gibi olurdu. Hem görüntü kirliliği hem kafa... Çok ilerdeler bizden çoookkk... :(

Kabulleniş: Amaan napalım, biz de buralara geldikçe keyfini çıkarmaya çalışırız. Ben de şanslıyım sonuçta yani bugün burda olduğum için. Hadi bakalım asıl pedallara, çek içine temiz havayı... ooohhh.. :))

Bu pasif-agresif sendromu her hafta sonu yaşayıp sonunda Nirvana'ya ulaşabiliyorum... Sanırım bir çeşit meditasyon yöntemi geliştirdim. Ritüel tamamlandıktan sonra çok mutlu hissediyorum kendimi çünkü!



Sonraki hafta sonu (geçen haftasonuna tekabül eden) aklımda Belçika'nın dağlık bölgelerine gidip Rail Bike yapmak vardı. Ama sabah kalkıp havayı şahane görünce zavallı kocamı dürtüp "hadi kalk kayaking yapmaya gidelim" dedim! Çünkü eylülün geldiğini biliyordum ve gelirken yağmuru getireceğini hissediyordum...

Kocam kısa süren şokun ardından peki dedi. Sonra ben klasik boğazlama yöntemimi kullanarak "ama bak emin misin? istemiyorsan söyle bak gerçekten, evde de oturabiliriz bugün hani yorgunsan falan! sonra orda yok yoruldum, yok neden geldik, yok hiç dinlenemedim bu hafta sonu diye söylenme ama bak..." Kendimden nefret ettirene kadar bu soruları sorup, ikna olana kadar "ya tamam gidelim işte, ben de istiyorum" cümlesini söylettikten sonra hızlıca mayolarımızı giydik, sırt çantamızı hazırladık ve Dinant'a doğru yola çıktık...


Dinant'a geçen Christmas'ta Belçika gezisi yaptığımız sırada gelmiş ve sevmiştik. İçinden nehir geçen bir başka Avrupa şehri olmakla birlikte sarp dağlara sırtını yaslamış, enteresan bir şehirdi. Yine aynı gezi sırasında nehirde kano yapmaya kayaking dediklerini öğrenmiştik. Rafting değil ama, kano...




Doğru dürüst denizi ve kayak yapacak dağı olmayan Belçikalıların tek eğlencesi bu kayaking aktivitesi olsa gerek ki, nehir tıklım tıklımdı...
Çocuğunu, torununu, köpeğini kapan gelmiş, hoşça vakit geçiriyordu...


Nehir çok derin olmadığı için zaman zaman karaya otursak da antrenmansız kollarımız için yorucu, gözlerimiz için dinlendirici, ruhlarımız için eğlenceli bir aktivite olduğuna karar verdik.



Sadece çok kalabalık olduğu için çarpışan otolar gibi birbirimize toslayıp durduk ve taşkınlık yapanlara biraz uyuz olduk. Bunun dışında arada durup muzlarımızı yedik, Venedik'te olduğumuzu hayal edip gondolculuk oynadık, küçük barajlardan aşağı düşerken heyecan yaptık... Kocam da biraz yorulmak dışında şikayet etmedi. Sanırım o da eğlendi...


Bu yazıyla da kocama olan derin sevgi ve şükranlarımı iletmiş, bir bakıma da günah çıkartmış olayım... Bana katlandığın için I love you kocacımmm :))

2 Eylül 2009 Çarşamba

The City D

"Belçika'da güneşi gördün mü gezeceksin" mantığıyla kendimizi ağustosta da yollara vurduk. 2 saat mesafede bulunan Düsseldorf'a ne zamandır gidesimiz vardı da denk gelmemişti bir türlü. Arkadaşımız Nazlı'yı da alıp 3 Türk çıktık yola, çantalarımızda muzlarımız ve simit-kaşar "tadında" krakerlerimizle...

Dusseldorf'a yerel gazeteciler "The City D" derlermiş. Karizmatik olsun diye midir nedir bilemedik... Kendisi Almanya'nın moda başkentiymiş ve Jill Sander, Wolfgang Joop gibi isimlerle anılırmış.

Şehir denize kıyısı olmayan hemen hemen tüm Avrupa şehirlerinde olduğu gibi bir nehir boyuna kurulmuş. Nehri taşımacılık, turizm, spor vs gibi her alanda dibine kadar sömüren halk Dusseldorf diğerlerinden farklı olsun demiş olacak ki postmodern mimarinin kalesi olmuş şehir. Kıyı boyunca birbirinden acayip binaları seyretmek özellikle yaz aylarında pek keyifli. Elimize dondurmalarımızı alıp bi bankta oturduk ve mimarın bunları çizerkenki ruh halini anlamaya çalıştık.

Bizim gittiğimiz gün şehirde festivalimsi bir etkinlik vardı. Zaten nereye gidersek gidelim köyünden kasabasına her yerde bir aksiyonla karşılaştık yaz boyu. Açık havayı bizden daha verimli kullandıkları bir gerçek...

Bu festival kapsamında nehir boyuna açılan minik tezgahların / dükkanların yanısıra ilginç kaynaşma - tanışma aktiviteleri de vardı. Örneğin İtfaiye tüm araçlarıyla meydanlardan birine bir sergi açmış, hizmetlerini tanıtıyor, halkla kaynaşıyordu. Bizim itfaiyenin Taksim ya da Eminönü meydanında aktivite yaptığını hayal edip güldüm kendi kendime. Bizde devlet kurumları ne kadar soyutlanırsa halktan o kadar iyi... Oysaki Avrupa hala sosyal devlet mantığını yaşatıyor ve halkına saygı duyuyor. Kat edeceğimiz ne çok mesafe var, yazık bize...
Başka bir alanda bu açık lüks otomobil galerisine denk geldik. Kırmızı döşemelere bayıldım...


Kocamdan aşağıdaki motoru görünen kırmızı Ferrari'yi istedim, bakalım, kısmet... :)


Nehir boylarında dolanıp dururken acıktık ve kendimizi mis gibi balık kokularının içinde bulduk. Yanına da birer Alman birası patlattık ama adını hatırlamıyorum şimdi... (Ramazandan önceydi babacım, yaramazlık yapmadık, merak etme :) )


Göbekleri şişirdikten sonra manzara uğruna Televizyon kulesine çıkalım dedik. Hakikaten de bir şehre yukarıdan bakmak başka. Ren Nehri'nin yayıla yayıla Dusseldorf'a nasıl can verdiğini görmek çok güzeldi.


Modern mimariye bayılsam da bu eski binaların estetikliği, şirinliği ve zarifliği, romantik yanımı hep cezbetmiştir. Bir de yıllara meydan okuyan sağlamlığı sanırım... Bu görülen sarmaşık delisi bina Belediye...

Bir parkta oturup güzel havanın tadını çıkarırken kocaman kocamla minyon Nazlı'nın aynı marka, aynı model ayakkabı giymiş olduğunu farkedip insan anatomisinin çeşitliliğine güldük...


Kendi adıma Dusseldorf'u beğendim. Birbirine çok benzeyen bir çok Avrupa şehrinden sonra iyi geldi. Her ne kadar moda merkezi oluşundan faydalanamamış olsam da genel havasından belli olan zenginliğini solumak hoşuma gitti.