11 Aralık 2009 Cuma

2009'dan Bana Kalanlar & Veda...


Sevgili balık hafızam,

Bu son yazımı sana ithaf ediyorum çünkü sen bu kadar unutkan, dalgın ve alık olmasan, bu şahane anılarla dolu yılı kayıt altına almak zorunda hissetmeyecektim.

Bu blogu açma, gereğinden fazla fotoğraf çekme, yazdıklarımı paylaşma ihtiyacı duymayacaktım.

O zaman beni hiç tanımadığı halde takip eden, maceralarımı okuyan, kendi deneyimlerini paylaşan okuyucularım olmayacaktı. Hiç tanımadığım halde hayatlarına, hobilerine, tecrübelerine tanıklık ettiğim, büyük bir merakla takip ettiğim sanal arkadaşlarım olmayacaktı.

Aslında 1-2 yazı daha vardı planladığım. Ama bir talihsizlik var bu aralar üstümde, o yüzden dönüşe 15 gün kala veda etmek durumunda kalıyorum. Bu blog bir defter gibi bu yıla ait olsun istiyorum. İyisiyle kötüsüyle hatırlayacağım anılarımla dolu ama sadece Belçika'yı kapsayan. İzlediğim blogları izlemeye, yorumlar paylaşmaya devam edeceğim ama kendi defterimi mühürlüyorum artık. Kapatmıyorum, sadece donduruyorum diyelim...

İlk yeni yıl hediyemi canım Kutu'mdan aldım. Brüksel'e iş için gelmiş, üşenmemiş bana miss gibi bir kutu Baklava getirmiş :) Ben evden çıkamadığım için yeterince baskı yapıp tanışamadım kendisiyle ama hediyesiyle ilaç gibi geldi bana... Nasıl teşekkür etsem bilemedim. Mevcut durumum bir fotoğraf bile çekmeme el vermiyor ne yazık ki. Geçen hafta Christmas Market'ten çektiğim fotoyla idare edin. Bu da benden yılbaşı hediyesi olsun :((



2009 ülkem için çok güzel bir yıl olmadı ne yazık ki. Ama eşimin ve benim kişisel tarihlerimize unutulmayacak bir anı olarak eklendi. Umarım 2010 herkes için çok güzel, çok mutlu bir yıl olur... Türkiye'de görüşmek üzere...

7 Aralık 2009 Pazartesi

Mickey & Minnie'den selam var...


Kocamın başının etini yedim aylarca Disney de Disney diye... Christmas teması gelmiş, her yer ışıl ışıl, burnumuzun dibi (değilse de yakın yani), çoluğumuz çocuğumuz yok... Tam zamanıydı yani... Ne yaptım ettim ikna ettim kocimi :)

Yine Cuma geceden yola çıktık ve Disneyland yakınlarındaki Ibislerden birinde kaldık. Disney'in kendi otelleri rüya gibi ama fiyatlar kabus gibi olduğu için dedik ki 2 gün 2 park bileti alalım ama ucuz otelde kalalım. Nasılsa gecenin bir yarısı uyumak için giriyoruz otele...



111 €'luk biletlerimizi alıp Cts daha uzun saatler açık olan Disneyland Park'a, Pazar günü ise Disneyland Studios'a girmeye karar verdik. Eğer ilk defa gidiyorsanız ve benim gibi her şeye binip her şeyi görmek istiyorsanız aynı planı tavsiye ederim. Bir de insan 111 € verince sabah 9 aksam 10 orada kalayım, her şeyi dibine kadar sömüreyim istiyo, ona göre!



Şahsen Pamuk Prenses, Cinderella, Uyuyan Güzel gibi masallarla büyümüş, kabarık muhteşem elbiseler giyerek, beyaz atlı prensiyle upuzun, mutlu bir hayat süreceği hayalleriyle bugüne gelmiş bir kız çocuğu olarak Disneyland'e taptım diyebilirim. Her şeyin masallardaki kadar naif olmasını, iyiyle kötünün gerçek hayatta da kesin çizgilerle ayrılmış olmasını ne kadar isterdim. 



Bizim gittiğimiz haftasonunun tek olumsuz yanı havanın gerçekten soğuk ve hafif de olsa yağışlı olmasıydı. Bu kötü hava bile çok rağbet edilen aksiyonların önündeki kuyruğa engel olamamıştı o başka. Ama yazın gitsek nasıl bir kuyruk beklerdik hayal bile edemedim. Tavsiyem Fast Pass adıyla işleyen şahane sistemden faydalanılması yönünde. Yoksa 3 dakikalık bir aksiyon için 75 dakika kuyruk beklemek gerekebiliyor.

Ayrıca yemek saatlerini ve mekanını dikkatli seçmekte fayda var zira 1.5 saat kadar fast food sırası bekledik ve ne yazık ki yediklerimiz olağanüstü şirin olmasına rağmen midelerimize dokundu. Soğuk olduklarını belirtmeme gerek yok sanırım...



DisneylandPark'ta her aksiyonun çıkışında mutlaka bir mağaza bulmak mümkün. Peluş oyuncaklardan kostümlere, kırtasiyeden mutfak malzemesine, magnetlerden puzzlelara aklınıza gelebilecek ya da gelemeyecek her şey mevcut. Sadece benim boyuma uygun prenses elbisesi bulamadığım için biraz bozuldum ama ilerde kızım olursa mutlaka alacağıma eminim -kendimi tanıyorum!-

DisneyStudios ise o kadar mağazayla dolu değil. Ama parkların çıkışında bulunan Disney Village'da restoranlarla birlikte oldukça geniş mağazalar da var. Yani beğendiğiniz bir şeyi ilk gördüğünüz anda alıp sırtınızda taşımanız şart olmamakla birlikte çizme gibi numaralı ürünleri bulamama ihtimalini de akılda tutmakta fayda var.

Disneyland'de her zaman bir aksiyon bulmak mümkün Halloween, Easter vs gibi. Ama üşümekten yana problemi olmayanlara Christmas temasını yakalamalarını tavsiye ederim. Sürekli fonda çalan Jingle Bells eşliğinde dev yılbaşı ağacının ışıklarını yakma töreni gibi acayip keyifli atraksiyonlar var ki ben 5 yaşında falan olsam ağzım bu kadar açılabilirdi. Disney logosunda yer alan şatonun ışıklandırılmışından bahsetmiyorum bile...



Korku teması da eksik kalmamış Disneyland'den. Londra ve Amsterdam'da karşımıza çıkan Dungeon'lardan sonra Disneyland'de de gördüğüm kadarıyla en çok kuyruk, korkmayı vaad eden aksiyonların önündeydi. Bana da bir şeyler oldu, bir adrenalin bağımlısı oldum çıktım. Hani nerede ters dönen bir roller-coaster, ben en ön sırada! Yaşlılık depresyonuna mı giriyorum nedir?



Disneyland ziyareti için benim naçizane tavsiyem şudur: Çocuk sahibi olmadan bir kere gidilmeli, içimizde bir yerlerde saklanmış olan çocuk sonuna kadar şımartılıp mutlu edilmeli, çocuk sahibi olduktan sonra da ilkokula başladığında götürülmeli. Çünkü öbür türlü hatırlamayacağı ve tam olarak anlamayacağı bir etkinlik olmaktan öteye geçemiyor Disneyland. Bizzat gözlerimle görüp bebeklerinin peşinde koşmaktan helak olmuş annelerle konuşmalarımdan öğrendiğim budur...

2 Aralık 2009 Çarşamba

En Nihayet Frankfurt

Nihayet tembelliğimi yenip blogumun başına oturabildim... Artık yoruldum sanırım, eskisi kadar yazıya motive değilim. Okumak için her gün giriyorum neredeyse ama resim yüklemek, yazmak falan zor gelmeye başladı. Bir de geri sayıma başladık ondan da olabilir.

Gelelim Frankfurt'a... Kocamın akrabaları olduğu için hep gündemimizde olan ama bir türlü denk getiremediğimiz için Kasım'a sarkan bir seyahat oldu. Bir de Brüksel'e 4 saat mesafede olduğu için konaklamalı yapalım bu seyahati dedik. Cuma geceden vurduk kendimizi yollara. Frankfurt'a vardığımızda 10:30 olmuştu bile ve kocim o sabah da kargalarla beraber uyanıp işe gitmiş olduğu için yorgundu. Ben de Frankfurt gece hayatını keşfetmektense p.poyu devirip yatmayı tercih ettiğim için 11:00'de uyuduk biz :D Ne biçim turistiz bilmem...

Biz bu Avrupa gezilerimizde büyük şehirlerden ziyade küçük kasaba, köy gibi kırsal alanları gezmekten daha çok mutlu olduğumuzu keşfettiğimiz için Frankfurt'a 1 gece ve yarım gün ayırmıştık. Akraba ziyaretini de dahil edip öğleden sonra yola çıkmayı planlamıştık. Günler bu kadar kısa olmasa aslında plan şahaneydi de yola çıktığımızda hava kararmaya başlamıştı bile...


Frankfurt çok genel bir isimmiş gibi Almanya'da iki adet Frankfurt şehri bulunuyor. Frankfurt Am Main (yani Main nehri boyundaki) bizim gittiğimiz. Aslında benim hedefim Frankfurt'un kendisinden ziyade Moselle ve Rheine Vadilerinde vakit geçirmekti. İki nehir boyunca harika bir doğa, kiminin kalıntıları kalmış olsa da görülmeye değecek şatolar, kaleler var. Zaten bu gezindiğimiz kıta oldukça yaşlı olduğu için ne yana dönsek farklı yüzyıllardan resmi geçit törenleri izleme şansımız oldu. 16. yy'dan kalma şato da gezdik, 2.Dünya savaşı müzeleri de.

Cumartesi sabahı 8 gibi kalkıp Frankfurt'un merkezini gezelim dedik. Derler ki Frankfurt Londra'dan sonra Avrupa'nın finans merkeziymiş. Gündüz 2.5 milyon olan nüfus gece 500 bine inermiş. İş giriş-çıkış saatlerinde korkunç trafik olurmuş. "Mainhattan" ya da "Bankfurt" da denirmiş. Sebebi de şehrin her tarafını kaplayan dev gökdelenlermiş. Gerçekten de onca Avrupa şehri gezdik, bu kadar gökdeleni bir arada görmedik... Finans=gökdelen midir yani?



Bu modern kulelere inat çok şirin bir meydanı da var Frankfurt'un. Meydandan dışarı adımını attığın an bir zaman tünelinden geçmiş gibi oluyor insan. Biz fotoğraflarımızı çekip, turistik alışverişlerimizi yaptıktan sonra günümüze ışınlandık ve alışveriş caddesinde dolaştık.



H&M'in önündeki kuyruğu görünce şaşırdık ve kocamı orada çekim yapmaya hazırlanan bir kameramandan bilgi almak üzere görevlendirdim. Öğrendik ki o gün bir tasarımcının kolleksiyonu satılacakmış o mağazada ve sabah 6'dan beri sıradaymış millet. Güldük ve devam ettik :)



Berlin'de de hayran kaldığım mimari Frankfurt'ta da devam ediyor. Şahsen bu camlı modern tasarımların hastasıyım. Berlin'de yarım günümü bir binanın önünde 150 açıdan fotoğrafını çekerek geçirmiştim. Bunu da çekmeden geçemezdim :)



Öğlene doğru eşimin kuzenini arayıp onunla buluştuk. Ferhat Ağabey Frankfurt'a 20 dk mesafede Bad Homburg'da oturuyor ve çalışıyor. Hem ziyaret hem gezinti yapalım dedik. 2 saate kalkmamız gerektiğini söylediğimizde azıcık fırça yedik ama birlikte bir yemek yiyip bol sohbet edecek vaktimiz oldu.

3 gibi harekete hazırdık ama mevsim sonbahar, enlem kuzeyde olunca gündüz vaktimizin fazla kalmadığını farkettik. Gece Koblenz'de kalacağımız için planladığımız gibi nehir boyunca değil otobandan Mainz'a ulaştık, hızlıca içinden geçip Koblenz'e yollandık. Biraz homurdandım ben tabi. O yüzden zavallı kocim Mainz-Koblenz arasını nehir kenarından gitmek zorunda kaldı. Karanlıkta fotoğraflar bir şeye benzemediyse de biz nehrin ve atmosferin tadını çıkardık. Masal gibi yerler gerçekten...



Koblenz büyükçe bir şehir ama içini fazla gezme vaktimiz olmadı. Sadece yemek için ana caddesinde yürüdük ve şık bir restoran bulup karnımızı doyurduk. Ben restoranın sipesiyali olan bir yemek seçtim ama kocam Almancasından ne olduğunu hatırlayamadı. Sonradan bakıp öğrendik ki kaz yemişim :) Hafif sert olmakla birlikte lezzetliydi.

Ertesi sabah Koblenz'den Mosel nehri boyunca gitmek üzere yola çıktık. Hedefimiz Trier üzerinden eve dönmek ama yol boyunca gezebileceğimiz küçük şehirleri de görmekti. Kaynak kitabımızın bahsettiği bir-iki küçük şehir içinden Cochem'i seçtik ve ne kadar doğru bir tercih yaptığımızı daha şehre girerken anladık.


Cochem öncesi ve sonrası yol boyunca üzüm bağları bize eşlik etti. Bir çok küçük şehirde tadım yapıldığını da öğrenmiştik ama çok hızlı bir tempoda gezdiğimiz ve arabayı sadece koca kullandığı için (ehliyetimi değiştirmediğim için risk almamak adına) tadımı es geçtik. Kitapta yazan komik bir anekdotu aktarayım: şarapçılık ve üzüm üretimi bu bölgede çok yaygın olduğu ve üzüm bağları da hep eğimli arazilerde olduğu için bölge halkının bir bacağı doğuştan kısa olurmuş... :)



Cochem bir teleferik ve şahane bir şatoyla beni fethetti. Teleferikle çıktığımız tepeden nefis manzara resimleri çekip donan kemiklerimize sıcak çay takviyesi yaptıktan sonra şatoya yollandık.


Reichsburg Şatosu'nun tarihi MS 1000'e kadar dayanıyor. Ama arada defalarca el değiştirip 1689'da da Fransızlar tarafından yok edildiği için bugün gezilen şato 1868'de Berlin'li işadamı Ravené tarafından aslına uygun inşa edilmiş olanı. İçinde Barok ve Rönesans dönemlerinden kalma pek çok mobilya/dekorasyon bulunuyor. Detaylar şatonun web sitesinde mevcut.




Cochem'den sonraki hedefimiz Trier olduğu ve hava kararmadan varmak istediğimiz için daha fazla oyalanmadan yola koyulduk. Trier en çok 2. yy'dan kalma Roma kapısı Porta Nigra ile ünlü. Sanıyorum kapının yanında da bir şehir müzesi var ama biz 5 gibi vardığımız için gezemedik müzeyi. Kapının fotoğraflarını çekip yürüyüş yaptık, yemek yedik ve yola çıktık. Ama hem kitapta yazdıklarından anladığımız hem de çevrede gördüklerimiz bize bu şehirde oldukça derin bir Roma tarihi yattığını fısıldadı. Son olarak Karl Marx'ın Trier doğumlu olduğu ve özellikle Çinli turistlerin akın akın Karl Marx Haus Müzesine geldiklerini de dip not olarak düşelim...



Yazarken yoruldum, gezerken n'oluyorum hayal edin artık... Yok yok, artık eve dönme vakti geldi sanırım. Daha fazla gezecek gücüm kalmadı... Şımarık mıyım neyim??

20 Kasım 2009 Cuma

Mim Derken??


Sevgili Eda beni mimlemiş :) Blog dünyasına adım attığımda öğrendiğim ilk cümlelerden biridir bu! "MİM ne yahuuu?" diye başka blogları dolaşırken öğrendim tabi ama itiraf edeyim hala mim bir kısaltma mıdır yoksa bir kelime midir, anlamı nedir bilmiyorum! Cehaletime verin :)


Bu blog'un da bir mimi olmasını sağladığın için teşekkür ederim Edacım :)



En son hangi ülke gündemiyle canını çok sıktın?
hurriyet.com.tr'yi her açtığımda canımı sıkacak bir şey çıkıyor maşallah canım ülkemde. O yüzden artık daha az gazete okuyup daha çok bloglara takılıyorum :)


En son hangi şarkıdan nefret ettin?
Kurs arkadaşım İlke Çinli arkadaşımız TingTing'e "I love you I love youu, Do you love me, yes I doo" yu öğretiyordu, o sırada biraz irkilmiş olabilirim :) (Neden İlke? Neden? Neden??)

En son hangi fast food ürününden tiksindin?
Belçika'da Burger yok, Mc ve Quick var. Burger'i daha cok sevdiğim için Frankfurt yolunda geç saatte bir Whooper indirdim mideye ama soğuk ve pek taze değildi. Tiksinmediysem de çok hoşlanmadım.


En son hangi sakatatı yedin ?
En son 2 ay önce kuzu ciğeri almıştım Türk kasabından sanırım. Ama memlekete döner dönmez gideceğim ilk 5'te Şampiyon yer alıyor. Şöölee bol baharatlı, sıcacık ekmekte bi kokoreçç oyyyy :(( Normalde kocam kokoreç ben midye yeriz de 1 sene yemeyince özlüyor insan :) (Şlap, şlup ağzımın sularını sileyim...)


En son hangi yerli şarkıyı beğendin?
Pek takip edemedim yerlileri son 1 senedir. Dinlediklerimi de pek beğenmedim ne yalan söyleyeyim. Meyra'nın Burak Kut'la bir şarkısı vardı, o fena değildi. Bir de Özgün'ün 2 romantik şarkısı vardı onlara takılıyordum Youtube'tan. Normalde pek dinlediğim kişiler değil aslında.



En son hangi yabancı sözlü şarkıyı beğendin?
Bu ara Lady Gaga'ya taktım, sözlerini değilse de müziğini ve özellikle de kliplerini büyülenmiş gibi izliyorum. Bir de Fransızca anlamaya başladım diye midir nedir daha güzel gelmeye başladı Fransız şarkıları. Feci damar takılıyorum Fransız müziğinde :)


En son hangi yerli filmi beğendin?
En son Nefes'i seyretmiştim, onu da ağlamaktan biraz bulanık seyrettim! Ama çekimleri falan çok başarılıydı, beğenmiştim. Yazmıştım da hatta.



En son hangi yabancı filmi beğendin?
Evde sürekli film izliyoruz ama eski yeni karışık gidiyoruz. Sinemada en son Harry Potter izledik galiba. Biraz kopuk bulmuştum konuyu, sanki önceki filmle bir sonrakini bağlamak için çekilmiş gibi ama görselliği açısından güzeldi.


En son hangi kitabı okudun?
Son bir kaç yıldır performansım düştüğü için buraya gelirken okuyamadığım kitapları getirmiştim. En son Elif Şafak'ın Baba ve Piç'ini okudum. Ama arka planda Yapı Kredi Yayınları'nın Binbir Gece Masalları var 8 ciltlik, onu okuyorum. Dilden bayınca daha güncel bir şeyler sokuşturuyorum araya :)



En son hangi bilgisayar oyununu oynadın?
Gülmeyin, bak söylüyorum: Magic Farm - Ultimate Flower! Çok ciddi içerikli bir oyun! Çiçek tarlalarım var, çeşitli çiçekler üretip, sulayıp, çiçeklerimi yemeye gelen böcükleri kafalarına vurarak bayıltıp, sonra da özgün buketler yaratıp satıyorum. Bu arada da korsanlar annemle babamı kaçırdı, onları kurtarıyorum ama sattığım çiçeklerin parasıyla! Yaaa!! :)




En son hangi mizah dergisini okudun?
Üniversitedeyken Lemanyak hastasıydım. Şimdi dergi okumuyorum ama Yiğit Özgür'ü tek geçerim!


En son neyden korktun?
Pek kolay korkan bir tip değilim, hatırlamıyorum o yüzden. Kocama bi sorayım, balık hafızayım ya, belki o hatırlar :)


En son kime veya neye küfrettin?
Her zaman ve en çok yaptığım gibi kendime! Kendi kendimi deli edebiliyorum :)



En son neyden kaçtın (opsiyonel: koşarak ta olabilir)?
Metro'dan çıkarken evsiz görünümlü bir amca Fransızca bir şeyler söyledi. Başka da kimse yoktu çevrede. Öksürür gibi yapıp tüydüm :) Belki de güzel bir şey söyledi adam ama anlamadığım için risk almaya değmez dedim!



En sevdiğin 5 film?
Yok valla, 10 dakikadır düşünüyorum seçemedim! Sinemayı genel olarak severim ama mesela Amelie gibi hem konuyu hem görselliği yaratıcı bir şekilde bütünleştirebilen filmlere bayılırım. Eternal Sunshine of the S.M., Being John Malkovich gibi...



En sevdiğin 5 şarkı?
Evanescence'ın pek çok şarkısı favorim. Onun dışında çok çeşitli müzik dinleyebilirim. En son bir arkadaşımız Black Metal dinletti ve tahammül edemezsin dedi. Ben onda bile sevecek 1-2 şarkı buldum :) Melodisi olsun yeter :)



En sevdiğin 5 yemek?
En ızdırap soru bu işte :( Annemin yemeklerini çok özledim. Hele o etli ve z.yağlı sarmalar... Z.yağlı taze fasulye... Karnıyarık... Ühü ühüüü :'(

Aşağıda kırk yılda bir Brüksel'e gelmiş bir annenin üşenmeden sardığı dolmalar görülmekte...




En sevdiğin 5 isim?
Kızlarda çiçek isimlerini severim, erkeklerde de çok iddialı olmayan modern isimleri. Bu ara bebek isimleri düşündüğüm için biraz kafam karışık bu konuda! (hayır hamile değilim, hayır en az 2 seneden önce düşünmüyorum! tedbir amaçlı benimki!)



En sevdiğin 5 oyun (herhangi)?
Puzzle'lara bayılırım, Tabu, Pictionary falan da severim ama enn çok bilgisayar oyunları! İstanbul'da kardeşimin PS2'sine el koymuştuk kocimle, GTA, SSX, ve bilumum taktik oyunlarını birlikte oynuyorduk. Daha doğrusu o oynuyordu ben taktik veriyordum. Şuraya saklan, şu bombayı at falan gibi :)



En büyük korkun nedir?
Sevdiklerimi kaybetmek. Daha fazla yazmıyorum oturup ağlayabilirim. İhtimali düşünmek bile yeter :(


En nefret ettiğin 5 klişe nedir?
"Arkadaşım xxx çok iyidir, senden iyi olmasın." Hiç hoşlanmadığım bir klişedir. Diğer klişeleri düşündüm düşündüm, nefret ettiğim bir şey bulamadım. Demek ki seviyor ve kullanıyorum :))


18 Kasım 2009 Çarşamba

Bir Blog = Bir Hayat

Aslında bugün, hafta sonu Frankfurt ve Ren Nehri boyunca yaptığımız geziyi anlatmaktı planım. Ama her sabah yaptığım gibi daha gözüm yarım açıkken bilgisayara saldırıp, hiç tanımadığım ama hayatlarına şahit olduğum onlarca kişinin yazılarını okumaya başladım. Şimdi saate bakıyorum: tam 2 saat 45 dakikadır okumuşum, okumuşum...

Dedim ya, hiç birini tanımıyorum, resimlerini koyan bir kaç kişi dışında yüzlerini bilmiyorum. Ama hayatlarındaki güzel şeyleri, depresyon anlarını, el emeklerini, yaratıcılıklarını biliyorum.

Çevreye olan duyarlılıklarını, memleket gündemiyle ilgili hassasiyetlerini, sosyal sorumluluklarını, çocuklarıyla olan ilişkilerini takip ediyorum.

Birbirlerine karşılık beklemeden hediyeler göndermeleri, büyük özverilerle yarışmalar düzenlemeleri, bildikleri, uzmanı oldukları konuları kendilerine saklamayıp herkesle paylaşmaları kaybolmaya yüz tutan değerlerimizin hala yaşadığını - yaşatıldığını gösteriyor bana.

Kullandıkları düzgün Türkçe, iş hayatı / aile hayatı arasında koştururken kitap okumaya vakit ayırmaları ve beğenilerini paylaşmaları bana umut veriyor. Ülkemde gazetelerde okuduğumuz kötü şeylerin dışında bloglarda okuduğum çok güzel şeyler de oluyor.

Blogumu bana bu çok kıymetli yılın güzel anılarını hatırlattığı için çok seviyorum. Ama daha çok sevmemin, bağlanmamın sebebi takip ettiğim hayatlar, hobiler, hatıralar...


Yazılarımı facebook'tan takip eden arkadaşlarıma tavsiyem: bu seferlik buraya tıklayıp bloguma zıplayın, sağda sıkı takipte olduğum bir kaç bloga bir göz atın, onların sayfalarından başkalarına uğrayın. Çok farklı, çok kaliteli bir dünyaya adım atabilirsiniz. Fotoğrafçılıktan karikatüre, el sanatlarından mutfak sanatına her türlü hobinin; çocuk bakımından ilişkilere, iş hayatından kır/kent yaşamına her türlü tecrübenin paylaşıldığı limitsiz bir dünya... Ben her gün onlarca yeni blog geziyorum, hala bitiremedim. Her gün 1-2 kişiye misafir olmak hiç bilmediğimiz yeni bir merak edinmemize neden olabilir.

Bu yazı uzun zamandır aklımdaydı. Ama bugün beni dürtükleyen ve gönlünden bir yemek hediye eden Beste sayesinde yazıya döküldü. Teşekkürler Beste, teşekkürler blog arkadaşlarım :))

Türkiye saatiyle 16:00 itibariyle ek: Bugün blog dünyası tarafından hediye yağmuruna tutuldum ve herhalde blog yazmaya başladığımdan beri en mutlu olduğum günüm oldu bugün! Beste'nin midyelerinden sonra ikinci hediyem: Ben de artık bir OIP kutusuyum :)


12 Kasım 2009 Perşembe

Japon Bahçesi

Brüksel'in 50 km kadar doğusunda Hasselt isimli küçük bir şehir var. Bu şehirde de Avrupa'nın en büyük Japon Bahçesi...

Bahçecilikle ilgilenenler Japon peyzajının ne kadar farklı olduğunu bilirler. Ben bu aralar daha sonra bahsedeceğim yeni hobilerim nedeniyle Japonlarla pek haşır neşir olduğum için bu bahçeyi görmesem olmazdı. Nitekim kocama asla karşı duramadığı yavru kedi bakışlarımı atarak kendimi bahçeye götürttüm :)

Vardığım sonuç: Japon bu işi biliyor!



Buraya geldiğimden beri iyi kötü işimi gören minik, dandik dijital makinemden ilk defa nefret ettim. Benim gördüğüm güzelliği, benim gözlerimle göremediği için illet oldum. Ah! dedim, İyi bir makinem olacaktı şimdi :((

Takeshi Kitano'nun Dolls isimli filmini seyrederken doğa manzaralarına hayran kalmıştım. Bahçeyi gezerken kendimi filmden bir sahnede gibi hissettim. Filmi sabırlı sinema izleyicilerine tavsiye ederim, zira konu itibariyle ağır olsa da görüntülerin güzelliği izleyenin içine işler, ister istemez filme kapılır gidersiniz...
Neyse, bahçe diyorduk...


Buraların ilkbaharında kendimi kaybetmiştim. Her taraftan mis kokulu acayip çiçekler fışkırıyor, yeşilin binlerce tonu gözlerimi alıyordu. Şimdi yeşiller, kahveler, sarılar ve kırmızılar sardı doğayı. Yani anlatılmaz yaşanır bir manzara.

Buraya gelmeden önce bu kadar tanımazdım doğayı, bitkileri... Yavaş yavaş yapraklarını, köklerini, çiçeklerini ayırt etmeye başladım. Daha çok seviyorum ağaçları. Özellikle kırmızı olanları...
Fotoğraftaki gelin ve damadın hangi milletten olduğunu ilk bakışta anlayan bir tek ben miyim? Sanmam :)

10 Kasım 2009 Salı

Nöbetçi Millet

Babamın bir şiir defteri vardı, sarı yapraklı. Kendisi lise öğrencisiyken beğendiği şiirleri o deftere yazarmış. Küçükken beni dizine oturtur, o defterden şiirler okurdu kulağıma. Bu şiire ilk dinleyişte vurulmuştum. Her kelimesini anlamasam da içime işlemişti. Ara ara o defteri alır, bu şiiri okur, gizli gizli ağlardım...
.
Atam, çok özledik :((
...
..
NÖBETÇİ MİLLET

Yaradan hey Yaradan !
Dört yıl değil bin yıl geçse aradan
Sensin ateş diye kanımızdaki
Sesin ışık diye önümüzdeki !
Ey yanımızdaki
Beş on mermere, bir avuç toprağa sığan
Sınırsız mavi umman hey !
Yeni kıyılar bulur, yeni yarlar kazardın
Sen her köpürüp taşmanda;
Her konuşmanda
Milletin alın yazısını yeniden yazardın..
Bakışların inanmayanı ezerdi
Sağ kolun bir tırpana benzerdi:
Başlardı yurt tarlasında düşüncenin hasadı.
Cümlelerin ya örsten kalkardı
Ya çıkardı kından.
Başak saçların sarkardı harman alnından:
Halk, biçilmiş ekin gibi, düşerdi dizlerine.
Milyonlar katılırdı sözlerine
Mıknatısa koşan zerreler gibi.
Köhne kanaatler, köhne küreler gibi
Sözünde çarpışıp düşerdi.
Tam sustuğun gün kıyamet oldu
Tam konuştuğun anlarsa mahşerdi:
Rab, gökte "dinleyin" derdi meleklerine;
Yıldızlar girerdi yeni mahreklerine;
Nehirler kavuşurdu yeni denizlerine:
Halk biçilmiş ekin gibi düşerdi dizlerine.
Şimdi nöbetçi olmak için Anıtkabrine
Tamamlayabilmek için tavafını
Sarmış yalın kılıçlar gibi etrafını
Tutuyor nöbet..

Bu millet:
Bu, vaktiyle ayaklarını ummanlar yalayan,
Bu, üç kıtayı atının nallarıyla damgalayan,
Bu, Timur'u, Atilla'yı, Oğuz'u
Bu, Yıldırım'ı, Fatih'i, Yavuz'u
Bu, seni yetiştiren ulu millet.
Vakar ve haysiyetle dimdik
Uyanık, tetik
Anıtkabrinde tutuyor nöbet.
Dünya dönüp dolaşıp
Boğazlaşıp dalaşıp
Ergeç ve ancak
Milli misaklarda karar kılacak.

Ey en büyük usta!
Düşünen olmadı bu hususta
Senden evvel ve senden ileri.
İlk müjdeyi, ilk haberi
Senden almıştı cihan
Ta o zamandan
Anlayamadığına yansın.
Sen, dünyanın dönüp dolaşıp geleceği
Uğrunda milyonların seve seve öleceği
En büyük maksat için
Dünyaya ilk karşı koyansın.
Nasıl içimizdeysen bütün varınla
İşte öylece dünya davalarındasın!
O ışık saçların, o alev sözlerinle
O gök gözlerinle sen.
Ey ıssız geceler içinden
Bize eşsiz sabahı getiren!
Ey asırlardır dul bayrağın eşi,
Ey geceyarılarımızın güneşi,
Ey ışık saçlar,
Ey yele kaşlar,
Ey çekilmiş hançer bakışlar,
Ey fikri döven şakaklar,
Ey kalem parmaklar,
Ey ay-yıldızlı el,
Ey en güzel,
Ey en büyük,
Ey Atatürk!
Getir dudaklarını bir bir alnımıza koy,
Dağlansın ateşinle bu soy.
Oy Atatürk oy!

İrkilmez Ata çocuğu irkilmez:
Zaptedilmez, Atam, zaptedilmez
Biz varken senin hisarının burçları:
Bakışlarımız kılıç uçları,
Bekliyoruz devrimini biz.
Çökmeyeceğiz diz..

İsterse hayat zehrolsun,
İsterse refah kahrolsun,
İsterse kurşun düşsün yanımıza, belimize,
İsterse geçinmek için, bir dilim
Kuru ekmek geçmesin elimize.
Halel gelmez bizim ateşimize;
Dünya düşse peşimize,
Yer sarsılsa yerinden,
Ne senden geçeriz, ne senin eserinden ...

Behçet Kemal ÇAĞLAR